Giriş: 12.09.2025 - 08:41
Güncelleme: 12.09.2025 - 08:41
HÜSEYİN ÖZTÜRK

HÜSEYİN ÖZTÜRK

Devletlerin bekası için toplumların olmazsa olmaz şartı, üzerinde yaşadıkları toprakları vatan etmeleridir. Vatan edilmiş topraklar, alelade toprak parçası değildir. Onun, istiklal ve istikbal uğruna korunması ve sahiplenilmesi, devlet-millet bütünlüğünün tapusudur.


Bu sebeple de toprağın işlenmesi, vatana sahip çıkılmasıyla eş değerdir ve kesinlikle birbirinden ayrı düşünülemez. Vatan toprağının korunması ve savunulması, millet olma kimliğimizin tapudaki mührüdür. Bu kimliğin önemli mihenk noktalarından biri de elbet yine ekonomik hayattır, ticarettir.


İnsana ve yaşama dair kültürel ve sosyal hayat, ticari tecrübelerle gelişir ve büyür. Milli bünye böylece sağlamlaştırılarak devamı sağlanır ve millet-devlet olunur.


Bin yıldır vatan edindiğimiz topraklarımızın istiklali ve istikbali, uzun ve yakın tarihimizde; ordumuzla, devlet yönetimimizle, ekonomiyle muhafaza edildi ve ediliyor.


Selçuklulardan, Osmanlılara ve Cumhuriyete kadar baştanbaşa bütün bir ülkemizin irili ufaklı her şehrinde ticaret aralıksız sürmüş, zor zamanlarda dahi millet olmanın ve kalmanın gereği, medeniyetimizin ödev olarak öğrettiği ve uygulanmasını istediği ‘dayanışma, paylaşma, yardımlaşma’ ilkesince; ekmeğimizi bölüşerek, sofralarımızı birleştirerek, millet ve devlet olarak dünyaya örnek olmuşuzdur, bugün de oluyoruz.


İktisadi hayat, milletimizin kudretini, devletimizin gücünü gösterir. İktisadi hayatta üreten ve çalışan nüfus her zaman çok önemli bir unsurdur. Bu nüfus ülkenin dinamosudur.


Meseleye bu zaviyeden bakarak günümüze dönmekte fayda var. Malum olduğu üzere, insanımızın ihtiyaçlarının bir sınırı kalmadı. Sınırsız ihtiyaçlara doğru koşar adımla gidiliyor. Lakin bu sınırsız ihtiyaçlar, maalesef sınırlı kaynaklardan temin ediliyor.


Tecrübe sahibi tacirlerimiz, “Kaynaklarımız sınırsız bile olsa ki, mahdut olduğu meydandadır. Bu sınır karşısında ihtiyaçlarımız ölçülü olmak mecburiyetindedir” derler.


Yani ihtiyaçlarımızın belli ölçüde sınırlandırılması, insandaki doyumsuzluğa bir kota getirilmesi artık zaruri hale geldi. Bütün bir dünya kuraklığa doğru yol alıyor ve su kaynaklarının azalması karşısında özellikle gıda hususunda ciddi bir daralma görülüyor.


Eğer üretimde ve tüketimde, ciddi bir derlenme ve toparlanma olabilirse, dünya ülkelerine göre yine en şanslı ülke biz olabiliriz ve şimdilik öyleyiz. Çünkü bizim ticari ilkelerimizden biri de ‘umutlu olmak’, umudun verdiği psikolojik destekle çalışmaktır.


Tabii şu hakikati de ilave etmeli. Hiçbir çaba sarf etmeden umut etmek, ham hayal olur. Bu ham hayalden çıkmak için ise her durumda ‘doğru düşünmek’, ‘doğru söylemek’ ve ‘doğru yürümek’, üretimin de tüketimin de anahtarıdır. Ticari ahlakın bel kemiğidir.


Bu minvalden hareketle yönetim düşüncemizi, çalışma tempomuzu, üretim ve tüketimde dengeyi sağlayacak şekilde oluşturduğumuzda; iyiliği artırabilir, yanlışlara dur diyebiliriz. Bunun içinde yine insani erdemlerimizin öncüsü olan ‘işi ehline verme’ ilkesini mutlaka muhafaza etmektir.


Üretim ve tüketimde aranılan hususlardan biri de üretimde ve tüketimde temkinli olmaktır. Bazen temkinli ve tedbirli olmak, sürekli tetikte olmak olarak anlaşılıyor. Elbet yanlış. Bizim dışımızda da hayatın kendine mahsus bir akışı olduğunu unutmamalı.


Sürekli tetikte olmanın, paniklemeye sebep olduğu bir vakıadır. Ticarette panik, yönetimde panik, beklenmeyen ve istenmeye krizlere sebep olabilir. Bu sefer de krizleri çözmek için başka krizlere müracaat edilmek zorunda kalınır.


Velhasıl; tecrübe sahibi iş insanlarımız, denizlerdeki gemilere kayalıkları gösteren deniz fenerlerine benzerler. Tecrübe fenerlerinin ışığından daima yararlanmalı.


Ekonomide başta gelen kayıplardan biri de “Ben biliyorum” diyerek çevresindeki tecrübeli kimselerin fikir, düşünce ve yaşanmış hikâyelerinden ders çıkarmamaktır.