Hüseyin Öztürk
Osmanlı medeniyetinde canlı-cansız her varlık sonludur. Bu sebeple de emanet gözüyle bakılmaktadır. Emanet kavramının kısa ve net tarifi şöyledir: “Güvenilen kimseye veya kimselere koruması için geçici olarak tevdi edilen canlı-cansız varlıklardır. Hıyanetin karşıtı olarak korku ve endişeden emin olmaktır”.
Şimdi bu çerçevede yabancı iki seyyahın, Osmanlı medeniyetinde emanet kavramına dair intibalarını paylaşmak isterim.
***
İlki İspanya kökenli İngiliz seyahatname yazarı Mıss Julla Pardoe’den: “… Süleymaniye Camii’nin kendine has bir özelliği var ve bunu anlatmadan geçmek, Türk devletine haksızlık olur; öyle ilginç bir özellik ki şimdiye kadar hiçbir gezginin bunu kaydetmemiş olması şaşırtıcı.
Yapının bütün Kuzey tarafı boyunca uzanan açık bir galeri, çeşitli boy ve şekillerde birbirinin üzerine yığılmış ve özenle işaretlenmiş sandıklarla dolu. Sandıklar başta altın, gümüş ve ziynet olmak üzere zengin hazinelerle dolu.
Bunlar ülkelerinden ayrılma, aile anlaşmazlıkları ya da başka nedenlerle varlıklarını bırakacak emin bir yer arayan kişilerin malları. Her paket kesin olarak tanımlanmış ve titizlikle kapatılmış.
Mallar, Süleymaniye’de yetkililer tarafından teslim alınıyor ve ulusal krizlerden ya da yönetim değişikliklerinden etkilenmeksizin orada güven içinde duruyor. Ne kadar beklenmedik veya olağandışı olursa olsun, hiçbir olayda emanetin kutsallığının bozulmasına izin verilmiyor. Kazalara karşı mallarını emniyete almak isteyen insanlarda millet veya din ayrımı gözetilmiyor.
Bir tarafta, bir yetimin reşit olana kadar vakıf idarecilerine emanet edilmiş serveti, diğer tarafta, denizaşırı işlerinin peşindeki bir tüccarın sermayesi bulunabilir.
Bütün sınıf ve dinlerden insanlar gönül rahatlığıyla mallarını emanete teslim ediyorlar. Kişi yirmi beş yıl, hatta ne kadar uzun süre isterse, malını almayabilir. Ama hiçbir mühür kırılmaz, hiçbir kilit zorlanmaz.
Bir ‘ulusal banka’ olarak nitelendirebileceğim bu büyük emanetin kolay erişilir, kullanışlı ve zengin bir maddi kaynak olmasına rağmen, şimdiye kadar hiçbir yönetim Süleymaniye hazinelerine el sürmeye kalkışmamış.
Mallar emanet edildikleri şekilde geri alınıyor, uygun belgeler gösteriliyor ve sandık veya kutu, buna muhafızlık etmiş olanlar tarafından tek bir kuruş istemeden iade ediliyor”.
***
İkinci notlar, Alman İmparatorluğu Elçiliği Papazı Salomon Schweıgger’den: “…. Okullardan sonra en önemli yapılar imaret denilen bakımevleridir. Bünyesinde okul olmayan bütün cami vakıflarında imaretin yer aldığı bir bina vardır. Bunlar fakir ve bakıma muhtaç insanların doyurulması için yaptırılmışlardır. Bir aşçı, fakir ve bakıma muhtaç insanlara burada yemek hazırlar. Mutat olarak her isteyene, etle karışık ve pirinç yemeği, içecek ve yanında bir somun ekmek dağıtır.
Bu bağıştan -zengin, fakir, Hıristiyan, Yahudi veya Müslüman- ayrımı yapılmadan herkes yararlandırılır. Özellikle de yolcular için düzenleme çok faydalı olmaktadır.
Her yolcu böyle bir imarette üç gün kalıp, bütün imkânları kullanabilir ama süre üç günü geçerse istismar edildiği ve başkalarının haklarına girildiği için o kişilere yol gösterilir.
Bana kalırsa bu çeşit bir vakıf, eski Romalıların sütun, sivri sütun, büyük heykel gibi anıtlarından ve Mısırlıların piramitlerinden bile daha değerlidir.
Çünkü bütün bu eski eserler, büyük bir sanat sergilemenin yanında hiçbir işe yaramazlar. Tanrıya da insanlara da faydaları yoktur”.
***
Sözün özü: Osmanlı medeniyetindeki emanet kavramının temelini Kur’an-ı Kerim’deki şu ayet oluşturur.
-“Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder” (en-Nisâ 4/58)