Anadolu’yu vatan edinen Selçuklular’dan sonra Osmanlılar, devlet sınırlarını Balkanlar’dan Kuzey Afrika’ya kadar genişletmiş, topraklarının dört bir yanını; kervansaraylar, hanlar, saraylar, hamamlar, köprüler, tekkeler, zaviyeler, çarşılar, bedestenler, darüşşifalar, medreseler, çeşmeler, camiler ve türbelerle donatmıştır.
Kutlu coğrafyamızın hangi iline varsak, hangi ilçesine, beldesine ve pek çok yerde köyüne uğrasak, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetine giden tarihin kendisini buluruz.
Dünya toplumlarının ve doğal olarak fertlerin ‘beslenme-barınma-çalışma’ üçlüsü içerisinde oluşan mekânlar, milletlerin olduğu gibi kişilerin de karakterlerinin bir numunesidir ve bu öğeler şehirlerin tarihini oluşturur.
Her nesil şehirden şehre değişir fakat değişmeyen öyle nüveler vardır ki, mazinin asla kaybolmayacağı ve geleceği takip ettiği, hatta yol gösterdiği gerçeğidir. Bu zaviyeden baktığımızda, mimari başta olmak üzere pek çok şeyde mazimizin kaybolmadığını görürüz.
İstanbul bu manada örneklerle doludur. Hatta Selçuklu Anadolu’su daha çok doludur. Selçuklu Anadolu’sunu şehir ve mekân olarak çok az tanıyoruz. Oysa her şehrin tarihi hafızası, üzerinde inşa edilmiş eserlerde saklıdır ve kaybolmaz.
İş dünyası, iş insanlarımız, sosyal sorumluluk çerçevesinde ‘şehir, insan ve mekân’ üçlüsünün bütünleşmesi hususunda yapılacak kültürel ve sosyal faaliyetlere yardımcı olarak, kültürel ve tarihi kodlarımızın yaşamasını sağlayabilirler.
Tarihin kesintisiz devamlılığı bir istiklal meselesidir. Vatan edindiğimiz coğrafyamızda tarihimizin, kültürümüzün, medeniyetimizin ve rızkımızın bekasını temin etmekle yükümlüyüz.
* * *
Bu hususta ‘Selçuklular ve Beylikler Tarihi’ üzerine çalışmalar yapan Prof. Tülay Metin, ‘Selçuklu Çağında Yaşamak’ isimli kitabında şunları kaydediyor: “Mekânlar, adeta tarihin akışı içinde siyasi, kültürel ve medeniyete dair yaşanan olayların hafızasıdır. Bu mekânlardan biri olan şehirler, bir şuur merkezi olarak tarihi süreçte manaları ile öne çıkarlar.
Sosyal değerlerin, ekonomik hayatın, adetlerin, örflerin, kurumların, kültürel davranış ve tutumların rehberlik ettiği medeniyetin ifade bulduğu, kendine özgülüğün birçok alanda öne çıktığı mekândır şehir.
Şehir, tarihi ve içtimai bir yapıya sahip kurumlardan müteşekkil, hürriyeti ve çeşitliliği temsil eden, sahip olduğu unsurlarla medeni hayatın tezahür ettiği en büyük iskân birimidir. Bir şehir sadece binalardan, kurumlardan, yollardan, sokaklardan ve insanlardan oluşmayıp, somuta can veren soyut mananın tecessüm ettiği bir ruha ve bir kimliğe sahiptir.”
* * *
Evet, bu kimliğe yine insanoğlu şekil veriyor. Beslendiği insani değerlerin kodlarıyla tekâmül ettirdiği hayatı paylaşılır, anlaşılır ve ortak değer yargıları çerçevesinde idame edilebilir hale getirmemiz, insan olmamızın gereği ve borcudur.
Bugün söze Selçuklular üzerine yol verince, tarihin devamlılığının, ancak tarihin hafızasını günümüze-yarınlara taşımakla mümkün olabileceği gerçeğinden hareketle yine Tülay Metin’in ifadelerine yer verelim:
“Selçuklular birlikte şehirleşme faaliyetleri, kısa sürede ivme kazanarak parlak bir yükseliş yaşamıştır. Selçuklular ananevi unsurları barındıran Türk milli medeniyeti ile manevi kaynaklı âlemşümul bir medeniyet olan İslam medeniyetinin bileşenlerinin kaynaşması sonucu, Türk-İslam medeniyeti meydana getirmeyi başarmışlardır.
Selçuklular zamanında Türk-İslam medeniyetine dair yapılanların başında kuşkusuz şehirleşme ve şehir kurma faaliyetleri gelmektedir.
Medeniyet, milli ve dini tasnif gereğince kendine özgülüğün birçok alanda öne çıkma halidir. Bu cümleden şehir; insanlığın siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel hikâyesinin yazıldığı ve bunu geleceğe taşıyan en önemli coğrafi sahadır.”
* * *
Sohbetimizi; milletimizin, devletimizin, bayrağımızın, istiklalimizin, istikbalimizin ve değer yargılarımızın, dünden bugüne ve nice yarınlara korunarak, sahiplenerek sürmesi dileğiyle noktalayalım.
23 Aralık 2022 Cuma