tatil-sepeti
Hüseyin ÖZTÜRK

Hüseyin ÖZTÜRK

Diğer Yazıları

HÜSEYİN ÖZTÜRK

Edebiyatımızın klasiklerinden biri de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yaşayarak yazdığı ‘Beş Şehir’ isimli eseridir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu yıl doğumunun 120. senesi.

Bu vesileyle kısaca hayat hikâyesine konuk olup, ‘beş şehir’den İstanbul’a yolculuk edelim. Tanpınar, 23 Haziran 1901’de İstanbul’da dünyaya gelir. 1923 yılında ‘Darülfünun-ı Osmani’, bugünkü adıyla İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun olur.

Yahya Kemal Beyatlı, Mehmed Fuad Köprülü, Cenab Şahabettin, Ömer Ferit Kam ve Babanzade Ahmet Naim, hocası olur. Mezuniyetinin ardından Erzurum, Konya ve Ankara’da öğretmenlik yapar. Gazi Terbiye Enstitüsü’nde (Gazi Eğitim Enstitüsü) edebiyat dersleri verir.

1933 yılından sonra İstanbul Kadıköy Lisesi’nde edebiyat öğretmenliğine tayin olur. Bu vazifesini müteakip, Güzel Sanatlar Akademisi’nde sanat tarihi ve estetik dersleri verir. 1939’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi bünyesinde kurulan Türk Edebiyatı Kürsüsü profesörlüğüne getirilir.

Bir ara siyasete girerse de 1949’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne döner. Bu görevi devam ederken, 24 Ocak 1962’de İstanbul’da vefat eder.

***

Tanpınar, yazı ve şiir dünyasına 1920 senesinde ‘Altın Kitap’ dergisinde yayınlanan ‘Musul Akşamları’ şiiriyle adım atar. Bu tarihten itibaren Dergâh, Milli Mecmua, Hayat, Görüş, Ülkü, Varlık, Oluş, Kültür Haftası ve Aile dergilerinde okuyucularıyla buluşur.

Ömrünün önemli bir kısmını İstanbul’da geçiren Tanpınar, anlattığı beş şehrin her birinde iki veya daha fazla sürede kalarak, şehirleri mahalle mahalle gözlemler; tarihi ve mimari eserleriyle birlikte, şehrin esnafından mülki amirlerine kadar her seviyede insanın hayatlarına dokunur. Ve Tanpınar ‘Beş Şehir’ kitabını, hocası Yahya Kemal’e ithaf eder.

Haliyle ‘Beş Şehir’in en zengin bölümü, İstanbul’a ait olanıdır. İstanbul’un surlarından ve sularından başlayarak, kültürüne giren pek çok ayrıntıyı geçmişiyle anlatır. Şimdi sözü, merhum Tanpınar’a bırakarak, onun gözlemlediği İstanbul’u özetle okuyalım:

***

“Asıl İstanbul, yani surlardan beride olan minareleriyle camilerin şehri. Beyoğlu, Boğaziçi, Üsküdar, Erenköy tarafları, Çekmeceler, Bentler, Adalar, bir şehrin içinde âdeta başka başka coğrafyalar gibi kendi güzellikleriyle bizde ayrı ayrı duygular uyandıran, hayalimize başka türlü yaşama şekilleri ilham eden peyzajlardır.

‘Teşrinler geldi, lüfer mevsimi başlayacak’. Yahut ‘Nisandayız, Boğaz sırtlarında erguvanlar açmıştır’ diye düşünmek, yaşadığımız anı efsaneleştirmeye yetişir. Eski İstanbullular bu masalın içinde ve sadece onunla yaşarlardı.

Bugün mahalle kalmadı. Yalnız şehrin şurasına burasına dağılmış; eski, fakir mahalleliler var. Birbirlerinin hatırını sormak, bir kahvelerini içmek, geçmiş zamanı beraberce anmak için zaman zaman gömüldükleri köşeden çıkan, bin türlü zahmete katlanarak semt, semt dolaşan ihtiyar mahalleliler...

Bugünün mahallesi artık eskiden olduğu gibi her uzvu birbirine bağlı yaşayan topluluk değildir; sadece belediye teşkilatının bir cüzü olarak mevcuttur. Zaten mahallenin yerini yavaş yavaş alt kattaki üsttekinden habersiz, ölümüne, dirimine kayıtsız, küçük bir Babil gibi her penceresinden ayrı bir radyo merkezinin nağmesi taşan apartmanlar aldı. Beylerbeyi’nde, Emirgan’da, Kandilli veya İstinye’de günün her saati, birbirinden ayrı şeylerdir. Beykoz, Çubuklu, ağaçlarının serin gölgesinde henüz son rüyalarını üstlerinden atmaya çalışırken, Yeniköy ve Büyükdere, gözlerinin içine batan güneşle erkenden uyanırlar.

Kuzguncuk’ta sular, sahil boyunca arasına tek tük sümbül karışmış bir menekşe tarlası gibi mahmur külçelenirken, ince bir sis tabakasının büyük zambaklar gibi kestiği İstanbul minareleri, kendi hayallerinden daha beyaz bir aydınlığa benzer.”

11 Haziran 2021 Cuma