Bizim sofra geleneğimizde üç öğün yemek olduğunu biliriz. Bir de Anadolu’da az da olsa halen geleneğini sürdüren “yatsılık” adıyla bilinen hafif yiyeceklerden ibaret sofralar var.
Yedi sofra geleneği ise bilinmez, hatta gün içerisine yedi sofra sığmaz denilebilir. Böyle diyenler de demeyenler de haklılar.
“Yedi sofralı Sakine Hatun”un gayesini ve nasıl sofra kurdurduğunu okuyunca; “Olabilirmiş, olmalı, neden olmasın” demek mümkün.
Devlet-i Aliye’nin 700 yıllık döneminde, millet ve devlet yönetimine dair bütün hususlarla yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkilerin tümü yazılsa, sadece hayır hizmetlerine dair faaliyetler sanırım binlerce cilt oluşturur.
Çünkü dile gelmeyen, arşivlerde bekleyen, hatta hiç kayıtlara girmeyen, hayırları yapanlarla yapılanların dahi hayır hizmeti olduğunu bilmedikleri öyle hizmetler var ki, Osmanlı Devleti’ni bu hayır kurumlarının ayakta tuttuğu söylenir.
Selçukluların ve Osmanlıların tarih sahnesine çıktıkları 1071 ila 1299 arası ve bugün de inanç merkezli olarak aralıksız süren bir gelenek mevcut.
Bu geleneğin adı; “göz hakkı, söz hakkı, tuz hakkı, ekmek hakkıdır”. Bu hakların bütününe baktığımızda ise Ertuğrul Gazi’nin ünlü tespiti çıkar karşımıza. “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın”. İşte “Yedi sofralı Sakine Hatun”un ilginç hayratı da bu sözün bir nişanesi olarak tarihi kayıtlarda yerini alır.
Dünyanın hiçbir ülkesinde, insana dair hayır hizmetlerinin yapıldığı ikinci bir şehir yok. Bu sebeple İstanbul rakipsizdir ve rakipsiz kalacak.
Sözü fazla uzatmadan “Yedi sofralı Sakine Hatun”u tarihi kayıtlardan yararlanarak izah etmeye çalışalım.
Sakine Hatun adına kurulan vakfın, Topkapı surları dışında bulunan İlyazsade Mahallesi’nde olduğu yazılı. Sakine Hatun ise 1514 yılında vefat eden Defteremini İlyaszade’nin kızıdır.
Aynı mahallede İlyaszade Şücaeddin Camii, imam konağı, türbe ve sebil, İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü sicil defterinde “Sakine Hatun” adına kayıtlı.
Sakine Hatun Vakfı’nın önemli özelliği, caminin bitişiğindeki sebilden (şimdi yok) su ile mermerden yapılan sofra ve üzerinde sabit bir tuzluğun bulunması. Bu sofra geleneğinin dört asırdan fazla sürdüğü söylenir.
Zengin fakir gözetilmeden sabahın erken saatlerinden başlayıp, akşamın ilerleyen saatlerine kadar yedi sofranın kurulduğu ve bu sebeple de Sakine Hatun’un adının; “Yedi sofralı Sakine Hatun” kaldığı bilinir.
Bugün farklı şekillerde de olsa hayır merkezli sofra geleneği sürüyor.
Sebilhaneden de söz etmeliyiz. Sebilhanenin demir şebekeli beş pencereye sahip olduğu, içinin ise mermer ve somaki taşlarla döşeli ve bir kuyusu olduğu kayıtlı ama sebil 1956 yılında yol çalışmasında yıkılmış.
Sakine Hatun’un babasının adını taşıyan İlyaszade Mahallesi’ndeki Şücaeddin Camii’nin diğer ismi, “Sakine Hatun Mescidi” olarak da bilinir.
Aynı caminin bugünkü adı ise “İlyaszade Camii”dir. Cami, Mimar Sinan’ın eseri. Mimar Sinan’ın kendi eserlerini kaleme aldığı “Tezkiretü’l Bünyan”da yer alıyor.
Sözün özü: Üzerinde yaşadığımız bu şehirden hepimizin ruhunda bir parça var. Kimi iyilikleri görür, kimileri iyiliklere karşı duranları.
Ne kadar şikâyet etsek de aklımızın, ruhumuzun, dilimizin, düşüncemizin bir tarafında açık yahut gizli bir “şükür” duası var.
Tarih öyle büyük bir şahittir ki; iyilik sahiplerini, iyilikleri asla unutmaz ve hatırlatır.
17 Aralık 2018 Pazartesi