Geçtiğimiz yazımızda da sudan söz etmiştik. Hayati önem taşıyan bu meselelerin üzerinde durmak ve duyurmak, toplumsal hafızamızla birlikte hayat pınarlarımızın akışını sağlaması bakımından önemli sayılmalı.
Malum suyu aziz bilmek; yüce, kıymetli ve mukaddes bilmek demektir. Dünya sınırlı kaynaklardan müteşekkildir. Her canlının sonlu bir ömrü vardır. Bu sebeple sınırlı olan ihtiyaçları sorumlu şekilde kullanmak, insan kalmanın ve insanca yaşamanın gereği olmalı.
Bilim insanları, 25-50 yıl içinde dünyanın büyük bir ‘su krizi’ yaşayacağını haber veriyor. Oysa suyu bütün canlıların temel ihtiyacı olarak bilmek ve ortak bir nimet olarak görmek ne kadar yerindeyse, paylaşmak da o kadar güzel addedilmiştir.
Anadolu toprakları üstünde, son dört bin yıl boyunca imar ve inşa edilmiş tarihi su yapıları, dünyanın en zengin açık hava müzelerindendir. Suyun her damlasında nice hayatlar neşvünema buluyor.
Vaktiyle Osmanlı Devleti, suyu hayatın esası kabul ederek sadaka-i cariye bilip; fethettiği ve imar ettiği şehirlerin ana meydan ve köşe başlarına; sebiller, kuyular ve çeşmeler yapmış ve yaptırmıştır.
Yani Osmanlı şehirleri, suyun etrafında şekillenmiştir. Sadece şehirlerde değil, ipek yolları, kervan yolları ve askeri yollar üzerinde güzergâhlarla birlikte konaklanan, çadır kurulan mekânlara da çeşmeler yaptırılmış, meraların belli alanlarına oluklu büyük çeşmeler kondurulmuş, göçmen kuşların mola vereceği arazilerde su arkları ve göletler meydana getirilmiştir.
Suyun bir başka özelliği de vakıf kültürüyle buluşturulmasıdır. Birçok hayırsever kimse, sevap kazanma gayesiyle çeşmeler yaptırmış ve vakfetmişlerdir. İstanbul başta olmak üzere Anadolumuzun her il ve ilçesinde hayır çeşmeleri halen faal durumdadır.
Buraya kadar anlatılanları, Osmanlı medeniyet havzasından yaşanmış tarihi bir vakıanın hikâyesi ile destekleyelim.
Bugün metruk halde bulunan Azapkapı’daki Saliha Sultan Çeşmesi’nin hikâyesi rivayete göre şöyle:
II. Mustafa’nın annesi Emetullah Rabia Gülnuş Valide Sultan, Azapkapı civarından geçerken, meydandaki çeşmenin başında, testisi kırılmış bir kız çocuğunu ağlarken görür. Kızcağızı çağırıp, zararını tazmin için para vermek ister, ancak çocuk parayı almayarak, “Testim kırıldığı için ağlamıyorum, eve su götüremeyeceğim için ağlıyorum” der.
Kızın cevabı, Gülnuş Sultan’ın hoşuna gider, ailesinin müsaadesiyle kız saraya alınır ve saraylı olarak yetiştirilerek, II. Mustafa’nın (1695-1703) eşi Saliha Sultan olur.
Saliha Sultan, testiyi kırdığı çeşmeyi unutmamıştır. Oğlu I. Mahmud’un 1730’da tahta çıkmasıyla o küçük çeşmenin yerine daha büyük bir çeşme yapılmasını oğlu I. Mahmud’dan ister ve İstanbulluların hizmetine sunar.
Su, insanoğlunun hayatında yaşam kaynağı olmakla birlikte ayrıca esas duygularını, hayallerini ve özlemlerini dile getirdiği bir semboldür. Akarsular, pınarlar, dereler, göller, çeşmeler, bentler ve köprüler, bu duyguların yoldaşıdır. Her suyun bir hikâyesi vardır. Bu hikâyeler suyun çıktığı yerden döküldüğü yere kadar bir kültür havuzu oluşturur.
Öyle ki, tarih boyunca kurduğumuz medeniyet bahçelerini suyla yeşertmişizdir, evlerimizi, şehirlerimizi, meydanlarımızı suyun bereketiyle şenlendirmişizdir. Camilerimizi, han, hamam ve çarşılarımızı, caddelerimizi, sokaklarımızı çeşmelerle, şadırvanlarla donatmış, bahçelerimizi su kanallarıyla, havuzlarla, fıskiyelerle süslemişizdir.
Suyollarının bakım ve inşasının yanında ücretsiz su dağıtmak için su vakıfları kurmuş, evine su taşıyamayacak insanlara su taşıma görevlileri tahsis edilmiş, ebruzenlerimiz, hattatlarımız; levhalarını, ebrularını su motifleriyle, su kıvrımlarıyla süslemişlerdir. Gönüllere huzur nakşetmişlerdir.
Dolayısıyla su, hayatımızı idame ettirdiğimiz bir nimet olmasının yanı sıra, medeniyetimizin başköşesinde mümtaz bir yere sahiptir. Su her canlı için hayattır.