Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.
İstanbul benim canım; Vatanım da vatanım... İstanbul, İstanbul...
İstanbul’u anlatan pek çok şiir var elbet. Merhum Necip Fazıl da ‘Canım İstanbul’ şiiriyle katılır şairler kervanına. Biz de o şiirden birkaç mısra ile İstanbul’un fetihten sonraki imar ve ihyasına dair tarihi bir gezi yapalım istedik.
Dünyanın her ülkesinde olduğu gibi zatımın da gidip görme imkânı bulduğu ülkelerdeki gözlemim şudur ki, İstanbul adı geçince tebessüm etmeyen, gözleri ışıldamayan hiç insan görmedim.
Ayrıca iki yabancı arasındaki mesafeyi kaldıran bir güce sahip İstanbul. Sanki yıllar sonra birbirlerini görmüş akraba yakınlığının sıcaklığına şahitlik etmişimdir.
İstanbul’u gören, görmeyen, yaşayan, yaşamayan herkesin kendine göre bir İstanbul tarifi, hayali vardı ve genellikle de yaşamak istedikleri şehir olduğunu dillendirmişlerdir.
Bu sebeple olsa gerektir ki, 2024 yılının ilk dokuz ayında, 14 milyonu aşkın turist İstanbul’a gelerek, saraylar başta olmak üzere diğer tarihi mekânları gezmişlerdir.
Bu girizgâhtan sonra Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul’u ‘Payitaht’ ilan etmesi üzerine tarihe yolculuk edelim.
İstanbul, ancak Çanakkale ve İstanbul Boğazı’na hâkimiyetle fethedilebilirdi. Anadolu ve Balkanlar ile Karadeniz ve Akdeniz üzerinde egemenlik sağlamadan bu fetih uzun ömürlü olmayabilirdi.
Kaynaklara göre Fetih’ten sonra Fatih, ‘Sultanü’l-berreyn ve Hakanü’l-bahreyn’ yani ‘İki karanın sultanı ve iki denizin hâkimi’ olmuştu.
İstanbul’u, Anadolu ve Balkanlar’ı birleştiren güvenli bir kilit durumuna getirmek ve bu iki kıtanın yollarını güvence altına almak için Çanakkale Boğazı’nın iki yanında, Sultaniye (bugün Çanakkale) ve karşısında Kilidülbahr (Kilitbahir) kalelerini yaptırmıştır.
Malum kuşatmadan önce de Anadolu ve Rumeli hisarlarıyla Karadeniz’den gelecek bir saldırıya karşı iki kıyı arasını güvence altına alarak, Boğazlarda hâkimiyet sağlamıştır. Böylece İstanbul’a ‘Payitaht’ ismi verilmiştir.
Fatih’in bir başka gayesi de ‘insanı’ önceleyerek, ayırt etmeksizin her tür mezhepten insanın şehre yerleşmesi ve geçimini sağlaması için altyapıya önem vermesidir. Değişik inançlara mensup kimselerin; can, mal ve çalışma haklarının emniyetini sağlayarak, İstanbul’u bir huzur şehri haline getirmiştir.
İstanbul’un imarı ve ihyasının ‘insan merkezli’ olması gerektiğine inanan Fatih Sultan Mehmet, bu manada devlet yönetimini de ‘Yeni Saray’ (Saray-ı Cedide-i Âmire, Saray-ı Hümayun) olarak da bilinen külliyeyi, İstanbul’un fethinden hemen sonra yaptırmıştır.
Bu arada bilmeyenler için hatırlatalım. Günümüzde Cumhurbaşkanlığı’na bağlı Milli Saraylar Başkanlığı yönetiminde olan ‘Topkapı Sarayı’ ismi, I. Mahmud döneminde Sarayburnu’nda inşa edilen ve 1862 yılında yanan ‘Top Kapısı Sahil Sarayı’ndan mülhemle 19. yüzyılda bu isimle anılmaya başlanmıştır.
Velhasıl; Osmanlı şehirleri insan merkezli olarak; çarşılar, ibadethaneler ve yönetim binaları etrafında kurulmuştur. İstanbul da bu manada çarşılar merkeze alarak inşa edilmiştir. Bedestenlerden oluşan ‘Kapalıçarşı’ başta olmak üzere payitahtın ana noktalarına hanlar, bedestenler ve arastalar yaptırılmıştır.
İstanbul’u İstanbul yapan özelliklerinden biri de elbet bu imar özelliğidir. Köklü medeniyetimizin temelinde insanın imar ve ihyası, şehirlerin kuruluşuyla bir tutulmuştur. Toplumun huzur, güven ve istikrarı bu kuruluşla temin edilmiştir.