PROF. DR. AHMET EMRE BİLGİLİ
‘Sevdiğim pek çok insanı, hastanelerin yoğun bakım servislerinde kaybettim. Vedalaşamadan, son kez konuşamadan, elini tutamadan. Yalvar yakar yanlarına girmeme izin veren doktorlarsa dokunmama, sarılmama izin vermedi. Bir itaatsizlik eder de dokunurum diye başımda bekleyen hemşirelerin gözetiminde, mahrem hiçbir söz edemeden ya da camların ardından baktım onlara son kez. Bedenlerinde onları yaşatmaya yetmeyeceği en başından belli olan sayısız iğne delikleri, soğuk sesler çıkaran makineler ve vücutlarına takılı borularla gittiler ölüme.’
Geçtiğimiz haftalarda rahmetli validemizi ebedi aleme uğurladık. Son günlerinde sürekli yanında bulunarak bakımını yapan ve kendisine ailece minnettar olduğumuz kız kardeşime şu şekilde bir vasiyeti olmuş. ‘Beni hastanede öldürmeyin, yoğun bakım odasına da götürmeyin, son günlerimi orada geçirmek istemem’ demiş. Şükür ki, vasiyeti kabul buyruldu ve emri Hak evinde vaki oldu. Bu vesile ile modern tıbbın henüz insani bir çözüm üretemediği yoğun bakım odalarında can vermenin kültürel, manevi ve iktisadi boyutunu yeniden gündeme getirmek istedik. Aslında alıntıladığımız baştaki sözler her şeyi olanca açıklığı ile ortaya koyuyor.
HAYAT DERSİ
Ölüm kültürümüzde ve geleneğimizde ‘yoğun bakım’ üniteleri yokken veya yaygın değilken, özellikle yaşlılıkta ölümün son anları aile/akrabalık çevresinde; dualar, niyazlar ve Kur’an-ı Kerim okumaları içinde emri Hakkın vaki olması yönünde bir gayret halinde olunurdu. Manevi anlamda ölümün ‘güzel’ olması elbette nasip meselesidir ama tüm aile ve akrabaların samimi gayreti bu yönde olurdu. Hastanın son günleri ailesi ve akrabalarıyla iletişimi kopmadan geçirilir ve bu sürecin özellikle yaşayanlara yönelik hayat dersi alınması yönünde de kuvvetli bir anlayış bulunurdu.
Yoğun bakım üniteleri hastaya öyle bir ortam sunuyor ki, belirli durumlar dışında bütün yakınlarından soyutlanmış olunuyor.
Böylece geride kalanlar açısından ‘ölüm nedir, son nefes nedir’ çerçevesindeki geleneksel kültürümüz giderek ortadan kalkıyor.
Yoğun bakım ile ilgili fotoğraf farklı boyutlardan bu şekilde görünüyor. Ticari kaygılarla hasta yakınlarını istismar etme ve onları yüklü bir fatura ile baş başa bırakma hali de ortaya çıkabiliyor. Hastanelerin yoğun bakım servisleri sayesinde ‘son günler’ denilen dönemler için aslında umut bile doğuyor. Ama madalyonun öbür yüzünde son bir umudun izini sürerken ölüme yalnız gitmek işin bir başka gerçeği.
İNSANİ YÖNÜ
Yoğun bakımda vefat eden hastanın ve yakınlarının psikolojisi ve ekonomisi üzerine çok şeyler söylenebilir. Birincisi; doktorların hastayı yoğun bakımda tutmasına hiçbir hasta yakını itiraz edemez. Çünkü çok az bir ihtimal de olsa hastanın yaşama şansının olduğu söylendiğinde bu reddedilemez. İkincisi; umudun tükendiği akli verilerle sabit olan bir hastayı da ısrarla yoğun bakımda tutmanın anlamı bulunmadığı ifade edilebilir. Çünkü kişinin evde, yatağında ölebilme hakkı var ve bu bizce saygıyı hak ediyor.
Bu konu elbette çok boyutlu ve bir o kadar da hassastır. Bu yüzden de böyle bir seçimin kararını tek bir hekimin vermesi beklenemez. Her bir vakıanın tek tek değerlendirilerek; hekim, tıp etik uzmanı, psikolog, alan uzmanı hukukçular ve ilahiyatçılar arasında tartışılmalı.
Kaçınılamaz biçimde ölüme giderken son anlarını evinde, sevdiklerinle mi geçirmek istersin, yoksa son ana kadar hastanenin yoğun bakım ünitesinde, borulara bağlı halde savaşmak mı?
Bu soru genelde hasta ya da yakınları tarafından cevaplanması beklenen bir soru değil. Zira insanın hastalığın son dönemlerinde kendi kararlarını verebilecek durumda olmadığını da hepimiz biliriz.
Önemli olanın yazımızın başında da belirttiğimiz üzere tıp biliminin geliştirdiği ve yaşamaya ilişkin umudun sürdüğü mekanlar anlamına da gelen yoğun bakım ünitelerinin insani yönünün geliştirilmesi ve ölümün yakınlaştığı dönemlerin ailevi ve manevi bir ortamda geçirilmesi tarafında bir yaklaşımın benimsenmesidir. İnsaniyetin ve İslamiyetin birleştiği yer de burasıdır.
24 Eylül 2021 Cuma