Bilindiği üzere ülkemizde Kadıköy, Çekmeköy türünden şehir köylerinin dışında büyükşehir yasası ile köylerimizi resmen mahalle yaptık ve köy tarihe karıştı. Yaz aylarında bir vesile ile bir kaç gün bir köyümüzde kaldım. Bu şehir köyü değil gerçek bir köy idi. Gördüklerim, izlenimlerim beni hayli şaşırttı. Artık köylerimizde evlerin çöpleri Büyükşehir Belediyesi’nin çöp toplama araçları tarafından alınıyordu. Sabah köy merkezine bir ekmek fırını aracı geliyor ve ekmek almak isteyenler bu araçtan alıyorlardı. Her tür ev teknolojisini zaten köylümüz kullanmaktaydı. Cep telefonları kullanımı yaygınlaşmış, internet bağlantısı da sorun olmaktan çıkmıştı. Köy meydanında ise araçlar için otopark problemi başlamış bulunmaktaydı.
Şimdi diyeceksiniz ki bunda ne tür bir olumsuzluk var. Bütün bunlar köylüler adına iyi gelişmeler değil mi? Köydeki insanların belediye ve teknolojik imkanlardan yararlanması pozitif bir süreç olarak görünmüyor mu? Ne var bunda telaşlanacak. Bu gelişmeler de olmasa köydeki nüfusu nasıl bir arada tutacağız?
Evet, bunlar ilk bakışta pozitif unsurlar gibi görünüyor. Ama işin arka planı hiç de öyle değil. Köy dediğimiz en küçük yerleşim biriminin en önemli iki özelliği vardı. Birincisi kendi kendine yeterli, kendi ayakları üzerinde durabilen bir toplumsal birim olmayı başarması,ikincisi ise tüketici değil üretici bir birim olmasıdır. Şimdi baştaki pozitif gibi duran unsurların köy biriminin iki asli özelliğini ortadan nasıl kaldırdığını anlamaya çalışalım.
İşte köye ağıt yakmak isteğimizin temel gerekçesi de tam olarak bu durumdur. Yani üretici özelliği ile ünlenmiş bir toplumsal birim tüketici yönü ağır basan bir birime dönüşme sürecini yaşamaktadır. Köylerimiz zaten nüfusun azalması ve bunun getirdiği problemleri yaşamakta ve giderek eski güçlü yapısını kaybetmektedir.
Nostalji anlamında söylemek gerekirse filmlere, romanlara konu olan ve ‘köy okulları’ dediğimiz ve sadece eğitim birimi değil köy liderliğinin (öğretmen, imam ve muhtar) önemli bir parçasını teşkil eden öğretmen de tarihe karışmış görünüyor. Bu tarih olma durumu sadece bir dönemi değil bir zihniyete ilişkin kayıp ve diri bir toplum biriminin sonu anlamına gelir.
Şimdi bütün bu kayıplar ve bu dinamiğin yok olması aslında özet olarak ülkemizin kaybı demek. Neler kaybettiğimizin ayrıntılarını zaman içinde öğrenince işin vehametini anlayacağız fakat en önemlisi de geri dönüşü olmayan bir durum ortaya çıkmış olacak. Günümüz şehir hayatında; köy kahvaltısı, köy yumurtası, köy peyniri, köy ekmeği türünden aldatmacalar da aslında köye ağıtın çoktan tükendiğini gösteren hususlardır.
Tez elden büyükşehir yasasını çıkaran anlayışın köylerle ilgili öngörüsüzlüğünü anlamanın ötesinde tedbir geliştirilebilir mi onu düşünmek gerekir. Nüfusun giderek şehirlerde tüketim toplumuna dönüşüyor olmasının acısını yaşadığımızda birey açısından geri dönüşü olmayan yola girdiğimizi fark etmemizin anlamı kalmayacak. Üniversitelerimizin sosyoloji bölümünde okutulan ‘köy sosyolojisi’ dersleri de artık rafa kalkmış olmalıdır. En eski sosyoloji bölümümüz olan İstanbul Üniversitesi Sosyolojiye bu problemi ele alan bir sempozyum/çalıştay düzenlemesi vazife olarak görünüyor.