HÜSEYİN ÖZTÜRK
Üzerinde yaşadığımız coğrafya, bütün bir dünyanın kıskandığı vatanımızdır. Yedi bölgemizin yedisi de farklı ve insanoğlunun barınması, beslenmesi, çalışması için yedisinde de birbirinden farklı imkânlar yaratılmış ve insanlığa emanet edilmiştir.
İki kıta ve iki denizin tam ortasını vatan eden atalarımız, bu toprakları sadece kendileri için değil, kendilerinden sonraki nesillere de bırakmışlardır. Şimdiye kadar hiç sırtlayıp götüren olmadığına göre bizler de bizden sonrakilere bırakacağız demektir.
Dolayısıyla topraklarımızın her zerresi, suyumuzun her damlası, ağaçlarımızın her dalı ve yüzyıllardır güneşlerden yanan dağlarımız, taşlarımız, derelerimiz, tepelerimiz, kendisini topraklarımıza ait hisseden insanlarımızın bağrında taşıdığı büyük bir emanettir.
Yalnız üzülerek belirtmeli ki, bu büyük emanet, her devirde biraz daha ‘emanet’ kavramından uzaklaşmakta ve kıymetini yitirmektedir. Belli bir süresi olan ömrümüzün huzurla hitama ermesi için öncelikle ‘emanet’ kavramına inanmalı ve sahiplenmeli.
Elbet canımız ve beş duyu organlarımızla birlikte tüm hücrelerimiz de emanettir.
BİZ DEĞİL, HEPİMİZ
Hayatı anlamlı yaşayabilmek için insanlığın büyük ekseriyetinin inandığı bir hakikat var. “İnsanoğlu sonlu bir varlıktır.” Hiç kimse ebedi olarak dünyada ikamet etmemiştir. Nasıl gelinmişse, öyle dönülecektir. Elimizdeki varlıklarımız başkalarına kalacaktır.
İnsanlık tarihinin zuhuru kesin olarak bilinmemekle birlikte, bilinen gününden bugüne kadar aksi olmamıştır. Her canlı ölümü tatmış ve geldiği hal ile dönmüştür.
Biz toplum olarak iyilik ve sevgide sınır tanımayan bir milletiz. Aslında iç sesimizle ‘millettik’ demek de akıldan geçiyor ama hâlâ sevgi, muhabbet, yardımlaşma, kardeşlik, aile, birlik ve beraberlik mayamızı yoğuran erdemlerimiz devam ediyor.
Hayatı anlamlı kılabilmek için işte bu ve benzeri erdemlerimizi yaşamak ve yaşatmak adına katkıda bulunmak; fertten aileye, aileden topluma belli bir düzenin adil bir şekilde ihyasını sağlayacaktır. O vakit, ‘ben’ değil, ‘biz’ değil, ‘hepimiz’ olacağız.
ERDEM VE İRFAN
Bilgelerimiz; “Erdem ve irfan sahibi kimseler, gönül yıkanlar değil, gönül yapanlardır” der. Gönül yıkmak öfke ve bencillik ister, gönül yapmak ise erdem ister, sabır ister. Halen biz gönül yapan bir halkız. Bu âlemde ve ebedi âlemde, Cennet gibi bir hayatın ancak barışla, kardeşlikle olacağına inanıyoruz.
İletişim çağını ne kadar teknolojiyle donatırsak donatalım, asla bizim toplumumuzun gönül diliyle, hal diliyle kurduğu iletişimi yakalayamaz. Bu iletişim dilini muhafaza etmekle yükümlüyüz. Çünkü gönül dili, öncelikle insanın vicdanına, yüreğine, kalbine hitap eder.
Gönül dilini yakalayanların iç dünyaları da dış dünyaları da mamur olur. Aksi olduğu zaman; hırs, tamah, öfke, kıskançlık ve bencillik gibi hastalıklar zuhur eder ki, insani tüm erdemler, dengeler alt üst olur.
İş ve özel hayatına anlam katmak isteyenler, ürettiklerinde ve tükettiklerinde sadece kendisinin hakkı olmadığını, başkalarının da hakkı olduğunu hesap ederler. Böyle bir muhasebe içerisinde iş ve özel hayatını sürdürenler, tüketimde vicdanlarıyla cüzdanları arasındaki dengeyi korumuş olur. Erdem ve irfan kavramının içini dolduran hasletleri, ticari hayatın her noktasında deruhte edebilmeli ve geçerli kılabilmeliyiz. Ticari hayat, insanımızın akıllarından beslenirken, erdem ve irfan hayatımız da gönüllerimizden beslenir.
Hayatın canlılığı, ekonominin zenginliklerinde ise anlamı da erdem ve irfan kültürünün derinliklerindedir. Kültür ve ekonomiyi birbirinden ayırmak, farkında olarak veya olmayarak hayatın temellerini sarsmak olur ki, faturası hepimize çıkar.
İnsanoğlu başta olmak üzere tüm canlılar için dünyayı yaşanır kılmak, erdemli hayatı önceleyenlerin işidir vesselam.
26 Kasım 2021 Cuma