Hüseyin Öztürk
Bayrak şairimiz Arif Nihat Asya, “Besmele ekmeğimizin bereketiydi” diyerek bereketin paylaşma, bölüşme ve dayanışma ile çoğaldığını anlatır.
Bizim ticari geleneğimizin temeli ekmeğimizi bölüşme üzerinedir. Savaşlarda ve sonrasında yaşanan kıtlıklar döneminde millet olarak ayakta kalmamız, büyük küçük her türden esnafımızın çalışanlarıyla, müşterileriyle yediklerini, içtiklerini, sattıklarını, aldıklarını ‘kazanma’ arzusundan ziyade ‘ihtiyaç giderme’ sebebiyledir.
Osmanlı Devleti’nin son dönemi ile Cumhuriyet Türkiye’sinin başlangıcında millet ve devlet olarak en zor yılları yaşamışızdır. Yediden yetmişe tüm zorluklara göğüs germemizdeki gücümüzü; ‘dayanışma, paylaşma, bir ve beraber olma inancımız’ sağlamıştır.
Bu hususta Abdülbaki Gölpınarlı der ki:
-“Dünü bilmeyen, bugünü anlayamaz; bugünü anlamayan yarını göremez, yarını inşa edemez; hatta dünden hamlelerin nedenlerini bile düşünemez.”
Peyami Safa da şöyle der:
-“Tarihinin sürekliliğini kaybeden bir millet, her şeyini kaybetmeye mahkûmdur. Hafızası parça parça kopmuş, benliğini terkip eden varlık unsurlarıyla ilgisi kesilmiştir.”
AHİLİK GELENEĞİ
Ahilik geleneğimiz bize, bir milletin huzur ve istikrarının, o toplumun ticari hayatının ve esnafının paylaşmaya ve dayanışmaya gösterdiği alicenaplıkla ölçüldüğünü söyler.
Kendi kökleri üzerinde sağlam duran milletler, kimseye muhtaç olmadan kendi kendilerine yetebilirler. Bunun için de çiftçisinden sanayicisine kadar ekonomiye katkı sağlayan her esnafımız, birer kahraman olarak görülür.
Yine aynı minvalde birlik ve beraberliğimizin mayasını ‘aile birliği-bütünlüğü’ oluşturur. Aile fertleri arasında sosyal ve ekonomik dengeye dikkat edilmesi umudu yeşertir, karamsarlığı öteler. Bugünlere lazım olan da umudun yeşermesidir.
Böyle vakitler, etrafımıza maddi-manevi sevgi hale örme zamanlarıdır. Bugün gösterdiğimiz özveriler, daha sonra karşımıza mükâfat olarak çıkacaktır.
Ekmeğimizi bölüşmemize, yardımlaşmamıza, dayanışmamıza örnek olarak Osmanlı devrinde İstanbul’a gelen yabancı seyyahlardan bazı örnekler sunalım:
-“Türk milleti, tam anlamıyla bir hayır, hasenat toplumuydu. Elinde avucunda paylaşacağı bir şeyi olanlar, kendilerinden daha güçsüzlere ve düşkünlere yardımcı olmayı, ‘insan olmanın şartı’ olarak görmekle birlikte ceplerindeki parada fakirin de hakkı olduğuna inanır ve ona göre hareket ederlerdi.”
Yakın tarihimizde defalarca tökezlememize rağmen bu ahlaki inancımız gereği sefalete ve yoksulluğa düşmeden, devlet ve millet olarak sürekli kendimizi toparlamışız ve ayakta kalmasını bilmişizdir.
İNSAN MERKEZLİ MEDENİYET
Allah’ın yardımıyla yine öyle olacağından asla şüphemiz yoktur. Yeter ki, ekmeğimizi bölüşme âdetimiz sekteye uğramasın ve sözümüzden ziyade vicdanımıza, özümüze, yüreğimize, kalbimize önem vererek hareket edebilelim.
Yeri gelmişken yine insan merkezli medeniyetimizi gözlemleyen seyyahların anlattıklarına bakalım.
“Türklerin methü sena edilebilecek meziyetlerinden biri de verdikleri söze umumiyetle sadık olmaları, insanları aldatmaktan ve emniyeti kötüye kullanmak ile insanların safdilliğinden istifadeye kalkışmaktan veya istismar etmekten vicdan azabı duymalarıdır.
Bu konuda Müslüman ile Müslüman olmayan arasında hiçbir fark gözetmezler. Zira her türlü gayri meşru kazançları İslamiyet bakımından kötü sayarlar ve meşru bir surette kazanılmış bir servetin ne bu dünyada, ne de öteki dünyada hiç kimseye hayrı olmayacağına kesin olarak inanırlar.
Türkler meşru yollar dışında hiçbir kazanç temin etmemekle mükelleftir. Haksız kazanılmış bir maldan faydalanmaya kalkışmak, Allah’ın nazarında caniyane ve menfur bir hareket sayılır.
Esnaf ve zanaatkârlar arasında cahil kimse yoktur. Kötü niyetli insan azdır. İhtiraslarla ruhlarını kirletmezler.
Esnaf teşkilatı sayesinde bütün faaliyetler tanzim edilir, devlet kuvvetlerinin müdahalesi olmadan esnaf kendi kendini idare edip denetler.
Böylece en küçük bir mesleki suistimal, yolsuzluk ve ahlaka aykırı bir harekete fırsat verilmez.”
03 Nisan 2020 Cuma