istanbul-ticaret-gazetesi
istanbul-ticaret-gazetesi
Giriş: 04.04.2025 - 11:06
Güncelleme: 04.04.2025 - 11:06
HÜSEYİN ÖZTÜRK

HÜSEYİN ÖZTÜRK

Âdâb-ı muaşeretin (görgü kuralları) doğduğu şehir elbet İstanbul’dur. İstanbul söz konusu olduğunda medeniyet mevzuu başı tacıdır. Sosyal tarihimiz, ‘şehir ve medeniyet’ ile tarif edilir.


Dünyada kendi değer yargılarıyla medeniyet kuran nadir milletlerden biriyizdir. Tarih sahnesine çıkışımız, insanlık merkezli medeniyetimizle birlikte doğmuştur.


Şehirler, ait oldukları medeniyeti temsil eden çok boyutlu ve zengin yapılardır. Külliyeler bu medeniyetin şahitleridir. İçlerinde türlü türlü, başka başka bilgiler, belgeler, kültürler ve paha biçilmez hazineler barındırır.


Bu nedenle Selçuklu ve Osmanlı’nın kurduğu şehirler, başlı başına bir kültür ve medeniyet havzalarıdır. Bunun başlıca temelini de âdâb-ı muaşeret kuralları belirler.


Selçuklu ve Osmanlı medeniyeti, insan öncelikli ve devamında tababetten hayvanata kadar bir sentez medeniyetidir. Kâinattaki canlıların tümüne hayat hakkı tanınma hükmünü belli kurallara bağlayarak, her canlı varlığın kendine has bir hukuku olduğunu beyan eder.


*


Âdâb-ı muaşeret, insanı yaratılanların en şerefli varlığı kabul edip, bu hükmü yürürlüğe koyması ve yaşanılır kılması için de insanı vazifelendirmiştir. Toplum nizamı, asırlardır işte bu hassasiyetle korunmuştur.


Bu ince ve hassas anlayıştan dolayı büyük medeniyetimiz, dikkatli ve itinalı bir şekilde yaşanılarak öğrenilmiş ve asırların getirdiği tecrübeyle kendine has içtimai ve siyasi düzenle işlemiş, değişik inançlardan her ferdin, -topluma zarar vermemek kaydıyla- örf, adet, gelenek ve kültürel değerlerinin sahiplenilmesini sağlamıştır.


Bu medeniyetin üyeleri ise fert fert, birlikte oldukları diğer insanlarla asgari müştereklerde uyum içerisinde yaşamaya riayet ederek kurallara uymuşlardır.


Bu kuralların temelini; her canlıya saygı, nezaket, iyi huyluluk, kibarlık, ahlaki ilkeler ve terbiye şemsiyesi altında beden dili ve davranış biçimleri oluşturmuştur. Bunun ismine de âdâb-ı muaşeret denilmiştir.


*


Özellikle Osmanlı döneminde farklı etnik, dini, coğrafi kökene sahip kimseler, İstanbul’da ortak bir yaşam kültürü meydana getirmişlerdir. Bu sebeple; âdâb-ı muaşeretin bir diğer adı da ‘İstanbul âdâb-ı muaşereti’ olarak bilinmiş ve anılmaktadır.


Edebiyatımızın her dalında İstanbul’un geçmişi dile getirilirken; ‘İstanbul hanımefendisi’ veya ‘İstanbul beyefendisi’ gibi tanımlar, İstanbul âdâb-ı muaşeretine işaret etmiş ve Avrupa’dan İstanbul’a gelen veya Avrupa’ya gidecekler için çok sayıda âdâb-ı muaşeret kitapları yazılmıştır.


Örneğin Amasyalı İbrahim Edhem, 1898 yılında, ‘Rehber-i Müsâfirîn ve Âdâb-ı Muaşeret’ isimli kitabını, İstanbul’a taşradan gelen memur sınıfı ve devlet-i aliye sınırları dâhilinden veya haricinden İstanbul’a gelen seyyahlar için yazmıştır.


Öte yandan Ahmed Midhat Efendi, İstanbul’a gelen Batılıların ilk karşılaştıkları kişilerin kılık, kıyafet ve kalıbına baktıklarını, hal ve hareketlerini gözlediklerini ve kişilere ona göre davrandıklarını yazar.


Yine Amasyalı İbrahim Edhem, “Her insanın ne derece bir kimse olduğu; âdâbından, kişiliğinden, kimliğinden ve sözüyle özünün bütünleşmesinden anlaşılır” der.


Fransız tarihçi ve gazeteci Abdolonyme Ubicini de Osmanlıların teşrifat ve görgü kurallarına önem verdiklerini, bu noktada teşrifatı hem bir ilim hem de bir vazife hâline getirdiklerini söyler.


Velhasıl âdâb-ı muaşeretin en çok hissedildiği ve örnek alındığı sahalardan biri de ticari hayat ve ticari seyahatlerledir. Mesela İTO’nun düzenlediği yurt dışı fuarlarında Türk iş insanlarının âdâb-ı muaşeretleri her zaman takdir toplamıştır. 


Yazıyı, Dolmabahçe ve Yıldız Saray Başmabeyincisi Lütfi Simavi’nin, ‘teşrifat ve âdâb-ı muaşeret’ üzerine ifadeleriyle nihayetlendirelim:


“Her memleketin kendine mahsus usul ve merasim-i teşrifatı vardır. Bunlar görerek, öğrenilerek, tecrübeyle dikkatle ve bilmediğini bilenlerden öğrenmekle yaşanılır.”