Türkiye ekonomisinin 2025’i yaklaşık yüzde 3.5 büyüme ile kapatması öngörülüyor. Bu oran, Türkiye’nin kendi potansiyelinin altında. Ancak küresel ekonomideki yavaşlama dikkate alındığında dünya genelindeki ana trende uyumlu. Yaklaşık 2.5 yıldır süren sıkı para politikası düşünüldüğünde ise bu performansın beklentilerin üzerinde kaldığı söylenebilir.
Ekonomik hayata bakıldığında, söz konusu büyümenin tüm iktisadi aktörlere aynı oranda yansımadığı görülüyor. Haneler düzeyinde gelirler ve satın alma gücündeki değişimler arasında belirgin farklılıklar var. Bu dağılım farkı yalnızca hanelerle sınırlı değil; büyümenin sektörel kompozisyonunda da dikkat çekici ayrışmalar gözleniyor. Hizmetler ve inşaatta büyüme hissedilirken tarım ve sanayide performans zayıf kalıyor.
Sanayinin kendi içinde de oldukça farklı büyüme hikayeleri bulunuyor. Yüksek teknolojili sanayi sektörlerinde üretim bu yılın ilk sekiz ayında yüzde 17 gibi bir artış kaydederken, düşük teknolojili sektörlerde büyüme yatay (yüzde 0.2) kaldı. Hatta giyim ve tekstil ürünleri imalatı gibi sektörlerde kayda değer bir daralma var. Orta-düşük ve orta-yüksek teknolojili sektörlerde ise sanayi üretimi değişim oranları sırasıyla yüzde 4.1 ve yüzde 2.8 olarak gerçekleşti.
Bir açıdan, yüksek teknoloji üreten sektörlerin daha hızlı büyümesi ve üretimdeki ağırlıklarını artırmaları ekonomik gelişme için gerekli bir ilerlemedir. Bununla birlikte, diğer sektörlerle aradaki makasın bu kadar açılmış olmasına dikkat etmek gerekiyor. Kapasite kullanım oranlarında da ciddi ayrışmalar gözlemleniyor. İmalat sanayinde yüzde 85 kapasiteyle çalışan alt sektörler olduğu gibi yüzde 64’te kalanlar da var.
Sektörel dönüşümler belli bir plan ve program dâhilinde gerçekleştirildiğinde kalıcı ve kapsayıcı bir ekonomik büyüme sağlar. Bizde ise bu dönüşüm biraz zorunluluktan kaynaklanıyor. Düşük teknolojili sektörler çok uzun yıllar rekabet güçlerini düşük ücretler ve düşük değerli para birimi üzerinden sağlamaya çalıştılar. Fakat son iki yıldır ücretler ve kur rekabet unsuru olmaktan çıktı. Özellikle ücretlerin, Türkiye büyüklüğünde bir ekonomi için bundan sonra tekrar rekabet avantajı sağlayabilecek bir unsur olması pek mümkün gözükmüyor.
Verimlilik, ürün kalitesi ve markalaşma gibi unsurların rekabet gücünde daha belirleyici hale gelmesi lazım. Fakat bu da kısa sürede gerçekleşecek bir şey değil. İşler iyi gittiği zamanlar bu alanlara dair gerek şirketler düzeyinde gerekse iktisat politikaları düzeyinde yeterli plan ve uygulamaları yapmadık. Koşullar zorlaştığında ise iş işten geçmiş oluyor. Büyük oranda palyatif çözümlerle süreçleri yönetmeye çalışıyoruz.
Sektörel dönüşümün plan-program dâhilinde değil de zorunlu bir biçimde gerçekleşmesinin ekonomiye maliyetleri oluyor. Düşük teknolojili sektörlerde çalışıp da işlerini kaybedenlere yeni beceriler kazandırıp daha katma değerli sektörlerdeki iş imkânlarına yönlendirmek zorlaşıyor. Bu sektörlerde kaybettiğimiz üretim kasları, ihracatın artış hızını da yavaşlattığı için daha yüksek teknolojili sektörleri finanse ederken kullanabileceğimiz döviz gelirlerini olumsuz etkiliyor. Yaşamakta olduğumuz zorunlu dönüşümü, stratejik dönüşüme çevirebilirsek bundan hem şirketlerimiz hem de ülke ekonomisi fayda sağlar.
 
   
                     
                                