Hakan Güldağ
Hayırlısıyla nisan ayını da geride bıraktık. Hatırlıyorsanız, geçen yıl nisan ayı korona salgınının ekonomiyi derinden sarstığı bir aydı. Sanayi üretimi yüzde 30.4 azalmıştı.
Bu sene nisan ayında ise sanayi üretimi muhtemelen yüksek oranda arttı. Hatta artış oranının çok yüksek olduğunu da tahmin edebiliriz. ‘Ne kadar yüksekten bahsediyorsun’ derseniz, ‘yüzde 50’ civarında olağanüstü bir artıştan bahsediyorum. Bakalım, göreceğiz... Rekor düzeydeki bu artışı duymamız için 11 Haziran’a kadar sabretmemiz gerekiyor. Çünkü nisan ayına ilişkin sanayi üretim verisi o gün açıklanacak.
Tabii, bu bir ‘mucize’ değil. Rekor artışın nedenleri var. Bir yönüyle tamamen matematikten kaynaklanıyor. Geçen seneki keskin gerileme bu sene için yüksek bir baz etkisi ortaya çıkardı. Bu rekor artışın önemli bir nedeni o baz etkisi. İhracattaki artış nedeniyle imalat sanayinin üretime ara vermeden çalışması bir diğer neden. Kapanmalara rağmen, hatta kapanmaların etkisiyle inşaat malzemeleri gibi alanlarda canlanan iç talep de bir başka neden...
Eko-Mercek’te ele almaya çalışacağım asıl mesele ise ‘konjonktür’ değil. Daha temel bir meseleye dikkat çekmek istiyorum. Yanlış anlaşılmasın... Bununla, ‘birçok nedenin birbirine bağlı olarak meydana getirdiği ekonomik dalgalanmalar’ yani ‘konjonktür’ önemsizdir demek değil niyetim. Aksine konjonktür, ekonominin kader kavşağıdır. Ekonomik gidişat, hepimizi etkiler.
Olumlu konjonktür yüzleri güldürür, ekonomiyi büyütür. Konjonktürde olumlu rüzgar kesilmek üzereyse, yeni projeler rafa kaldırılır.
***
Neyse uzatmadan söze gireyim. Nisan ayında Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli olan bir gelişmenin 101’inci yılını kutladık.
23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulmuştu. TBMM kurulduktan ve Kurtuluş Savaşı başladıktan sonra ülkenin ve ekonominin en çok ihtiyaç duyduğu şeyden biri tarımda ve sanayide yeterli üretim düzeyi idi. Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı fabrikalarda ve tarlalarda çalışabilecek genç nüfusta 1 milyon kişiye yaklaşan bir azalma ortaya çıkarmıştı.
Birinci ve ikinci sanayi devrimlerini kaçırmıştık. Kimse bizi beklememişti. Yardıma gelen de yoktu. Ama yine de başardık. Kendi yağımızla kavrulduk. Sanayileşme hamlesine giriştik. O çabalarla inşa ettiklerimizle, 1970’lerde üçüncü sanayi devrimine daha hazırdık. Evet, öncülük eden biz değildik ama bütün zorluklara rağmen Türkiye, üretimde azımsanmayacak bir kapasite oluşturdu. Otomasyonda, elektronikte, yazılımda gelişti.
Bugün 210’dan fazla ülkeye ihracat yapıyoruz. Avrupa’da satılan her 4 TV setinden, her 5 buzdolabından biri Türkiye’de üretiliyor. İklimlendirme sektöründe Avrupa’nın üssüyüz. Otomotiv sektöründe Avrupa’da 4’üncü büyük üreticiyiz. Ticari araçlarda ise 2’nci büyük. Çelikte, Almanya’dan sonra Avrupa’nın en büyük üreticisi konumundayız.
***
Hiç şüphesiz listeyi uzatmak mümkün. Ama sanırım anlaşıldı. Türkiye, kuvvetli bir imalat sanayine sahip. Bunu ben söylemiyorum. Uluslararası raporlar, mesela World Economic Forum tarafından yayımlanan rapor, Türkiye’nin üretim kabiliyeti bakımından Almanya, Japonya gibi ‘birinci lig’ ülkelerinin hemen ardında yer aldığını gösteriyor. Bu, çok önemli bir avantaj.
Dikkat çekmek istediğim nokta da şu:
Bu durum gelecekte risk altında! Ve bu riskin nedeni, imalatın itici güçlerindeki zafiyet. Öncelikle, ikinci ligde olmak dengeli bir durum değil. Çünkü sürdürülebilir değil. Yeni dönem, yeni teknolojileri yakalayamayanlara pek şans tanımıyor. Aynen önceki sanayi devrimlerinde olduğu gibi...
Açıkçası, dünya dördüncü sanayi devriminin yıkıcı etkilerini henüz görmedi. Ne biz, ne diğer ülkeler. Dördüncü sanayi devrimi, siber-fiziksel sistemler, nesnelerin interneti, çok yüksek hızlı haberleşme ağları demek. Sanayi 5.0, Toplum 5.0 gibi yeni adlar da almaya başlayan bu süreç uzun sürecek. Bugüne kadarki sanayi devrimlerine bakınca hiç bir ‘devrim’ 50 yıldan aşağıya sürmemiş.
‘Sanayi devrimi’ diye anladığımız süreçlerin özünde teknolojik değişme var. Bugünün devriminin özünde de öyle... Bugünün başat teknolojileri ise veriyi iletme ve işleme üzerinde gelişiyor. İnsanlık tarihinde üretilen verilerin yüzde 90’ı son 24 ayda sağlandı. Her gün 2.5 katrilyon bayt veri üretiliyor. Bu büyük dalga, daha da büyüyecek, adeta bir veri tsunamisine dönüşecek. Ve bu alandaki gelişmeler, ‘sosyal medya’ ile sınırlı kalmayacak. İletişimi olduğu gibi endüstriyi de bugünkünden farklı şekillendirecek.
***
Bunları biliyoruz, görüyoruz. Atmamız gereken adımları tartışıyoruz ama yeterince adım atmıyoruz. Hiç eğip bükmeden öyleyse ‘ne yapmalı’ diye sorup, hemen de yanıtlayayım:
Birincisi, hızlı biçimde Sanayi 4.0 yatırımlarına, yeni dönemin ihtiyaçlarına uygun teşvikler getirilmeli.
İkincisi, 5G iletişim altyapısı bir an önce kurulmalı.
Üçüncüsü turizm, taşımacılık-lojistik ve tarım gibi Türkiye’nin rekabet gücünün kalıcı biçimde yüksek olduğu yatırım alanlarına ağırlık verilmeli.
Ve dördüncüsü, hiç zaman geçirmeden yeni döneme uygun biçimde eğitim sistemi yeniden düzenlenmeli.
***
Şüphesiz, yapılması gerekenler bunlarla sınırlı değil. 23 Nisan 1920’nin 101’inci yılında geleceğimizi düşünürken aklıma gelenler bunlar oldu.
HANGİ TEMEL RİSKLER VAR?
İçine girdiğimiz yeni dönemin sanayi ve ekonomideki geniş çaplı etkilerinin henüz tam farkında değiliz. Ama bilebildiklerimiz dahi epey düşündürücü:
- Sanayi 4.0 mevcut küresel ekonomide kırılmalara yol açacak.
- Koronavirüs ile hızlanan dijitalleşme pek istihdam dostu değil. İnsan emeğinin payı üretimde giderek düşecek.
- Enerji ve taşımacılık gibi diğer maliyetler artacak. Avrupa Yeşil Mutabakatı gibi aslında bir ‘sanayi belgesi’ olan yeni üretim çerçeveleri, ‘yeşil teknolojileri’ kullananların verimliliğini artırıp, harcamalarını düşürürken, uyum gösteremeyenlerin maliyetlerini kısa zamanda artıracak.
- Yeşil teknolojiler olarak adlandırılan yeni teknolojilerin hemen hepsi Ar-Ge yoğunluklu derin teknolojiler. Derin teknolojiler öne çıktıkça, üretim yeniden gelir düzeyi düşük ülkelerden, altyapısı sağlam ülkelere yönelecek.
- Endüstrisi 4.0’a ayak uyduramayan ülkelerin mevcut endüstrileri de erozyona uğrayacak.
07 Mayıs 2021 Cuma