Ar-Ge merkezleri, pıtrak gibi artıyor. Ülke çapında bin Ar-Ge merkezi hedefleniyordu. Hedef tuttu. Hatta aşıldı. Gelgelelim, ekonomide yeni bir gelişme heyecanı yaratacak, şöyle istediğimiz gibi inovasyona dayalı bir atılımı henüz gerçekleştiremedik. Önem vermiyoruz desem, haksızlık etmiş olurum. Ekonomimizin gelişmesi için yapılan bir konuşma olmuyor ki içinde Ar-Ge, inovasyon, katma değerli ürün geçmesin. Ama Global İnovasyon Endeksi dahil hangi veriye, hangi sıralamaya bakarsanız bakın, kaydettiğimiz mesafe arzu ettiğimizin çok gerisinde.
Neden?
Aynı soruyu Osman Ata Ataç hocaya sordum geçenlerde. Tanımayanlar için söyleyeyim, Prof. Ataç, ODTÜ İşletmecilik Bölümü’nden Harvard’a, okumuş demiyorum, öğretim üyesi olarak görev yapmış çok değerli bir hocamız. Ama asıl başarısı ve dünyaya katkısı UNCTAD/WTO’daki görevleri nedeniyle oldu. Birleşmiş Milletler’in Uluslararası Ticaret Merkezi’nin (ITC) yöneticiliğini yaptı. Asya-Pasifik sorumlusuydu.1989-1995 yılları arasında İran’dan Batı Samoa’ya kadar birçok ülkede işletme eğitimi verdi. Eğiticileri eğitti. Kalkınma bankalarının geliştirilmesine önayak oldu. ITC’nin Cenevre’deki merkezinde başdanışman olarak atandı. Burada 2003’te İşletme Yönetimi Geliştirme Merkezi’nin kurucu başkanlığına getirildi. 2007’de de Dış Ticaret Kurumlarını Güçlendirme Bölümü kurucu başkanlığına. Kendi ismiyle anılan ihracatı geliştirme modeli onlarca ülkede uygulandı. Onun yazdıklarından, ‘The Business Managament System BMS’ geliştirildi. Altı dile çevrilerek, ihracatını yönetmek ve geliştirmek isteyenler için başvuru kaynağı oldu. Halen Çin’den Brezilya’ya birçok ülkede, hükümetlerin davetlisi olarak ihracatla ilgili konferanslar veriyor.
Hoca hakkında anlatılacak çok şey var ama burada bırakıp sorumuza dönelim. Prof. Ataç, ‘neden’ sorumu yanıtlamaya, “Aslında nedenleri üzerine çok kişi yazdı söyledi” diyerek başladı ve şöyle devam etti: “Gösterilen nedenler arasında yetersiz sayıda Ar-Ge kurumları var. Bu bir yere kadar doğru. Ancak söylediğin gibi son dönemde pek çok Ar-Ge merkezi ortaya çıktı memlekette. Temel araştırmalarla yükümlü üniversitelerimizin ve özel sektör Ar-Ge birimlerinin yanı sıra, birçok daha resmi araştırma merkezi de var. Söz gelimi, sadece Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nda 50 enstitü var. Düzinelerle merkezi olan TÜBİTAK var.”
O zaman sorun nerede?
“Bizde hemen her konuda olduğu gibi sorun kurum eksikliği değil. Kurumların işlerini yapmamaları. Ve de kurumlar işlerini yapsınlar diye, o varsayımla yeni kurumlar kurulması. Sanki onlar işlerini yapacaklarmış gibi.”
Kaynak meselesi de bir sorun oluşturmuyor mu? Kurum var ama bütçe yetersiz.
“Bu da çok doğru değil” dedi Prof. Ataç, “İnovasyon ile para arasında doğrudan ilişki kurulması zor. Sırf parayla Ar-Ge olsaydı adam başı yıllık 130 bin dolar geliriyle Katar ilk sıralarda olurdu. Bakın, bugüne kadarki tecrübelere. Kişisel ve ticari yaşamımızı değiştiren birçok yenilik neredeyse beş parasız yenilikçi tarafından gerçekleştirilmiştir.”
Devam etti: “Türkiye milyarlarca dolar para harcayıp kerameti kendinden menkul inşaat projeleri yapabiliyorsa, eğer isterse, Ar-Ge’ye de para bulabilir.”
‘Sizce asıl neden nedir o zaman’ diye sordum. Hoca şöyle yanıtladı: “Bana göre daha geçerli nedenler arasında ülkenin hakim servet oluşumu modeli var. Maalesef kâr değil, rant hesaplarına dayalı servet yaratımı modelinden bir türlü kurtulamadık. Sermaye eşyanın tabiatı icabı, en kısa zamanda kullandığı kaynaklardan en yüksek geliri ister. Bunda kızacak da şaşılacak da bir şey yok. Bizde bu getiriyi inovasyon sağlamıyor.”
Ne yapmak lazım?
“İş eninde sonunda ekonomi politikasına dayanır. Kolay para kazanmayı zor, zor para kazanmayı kolay hale getirecek politikalar lazım. Kolay para kazanmayı kolay kılan politikalar izlemeye devam ettiğiniz sürece düzelmez.”
Sonra sözü rekabet-inovasyon ilişkisine getirdi: “Rekabeti bol dış pazarlar yerine iç pazarlardan getiri elde etmeyi yeğliyoruz. Bu da bizi inovasyona zorlamıyor. Dış pazarlarda boğuşmayı da ‘ter ihracatı’ ile kısıtladık. Ter ihracatı diyorum. Çünkü ihracatımızın kilogram başına değeri 1.30 dolar civarında. Bu rakam, maalesef katma değer değil, hâlâ özellikle dolar ve Euro’ya oranla ucuz olan ter, yani emek ihraç ettiğimizi gösterir.”
‘Özel sektör de şu sıralar yeni alanlara yatırım yapmakta pek hevesli görünmüyor’ diyecek oldum.
“İş dünyamızın risk iştahının olmaması, risk sermayesinin yokluğu gibi etmenler tabii ki önemli” diye sürdürdü sözlerini Prof. Ataç, “Ancak bunlar hakim servet oluşturma modelinin sebepleri değil, sonuçlarıdır.”
Ya kültürel nedenler?
“Onlar da var. ‘Eski köye yeni adet getirme’ deriz. ‘İcat çıkarma’ deriz. Veciz sözlere sahibiz. Tabii pek yardımcı olmuyor. Ayrıca, ‘aydın’ olmaya pek değer vermediğimiz bir kültürel ortamda yaşıyoruz.”
Sormama fırsat vermeden ‘aydın’ tanımını yaptı: “Hangi konuda çalışıyor, neye ilgi duyuyorsa o alandaki statükoyu beğenmeyen kişidir aydın. Tabii, beğenmediği statükoyu eleştirebilecek ve alternatif üretecek bilgi ve deneyim ile de mücehhezdir. Eleştirisini ve alternatifini tanıtacak ve üstünde ısrar edecek cesareti olan kişiye denir.
Sonra ekledi: “Bizde her şeyin doğrusu zaten bilindiği için aydın olmak zor iştir.”
Adeta sohbetimizi özetledi: “Yenilikçilik konusunda durumumuz pek iç açıcı değil. Temel nedenleri ne Ar-Ge eksikliği ne de bütçe yetmezliği. Makro düzeyde zor para kazanmayı kolay kılmak yerine kolay para kazanmayı zorlaştırmazsak, ne ‘hard’ ne ‘soft’ teknolojide, kimse inovasyon ile uğraşıp risk almaz. Matbaa devrimini ıskaladık. Bir, iki ve üçüncü sanayi devrimlerinin peşinden koştuk. Dördüncüyü ıskalama lüksümüz yok. Liselerden başlayarak ‘aydın’ yetiştirmemiz lazım. Buna da bir an önce başlamamız lazım.”
Sözlerine şöyle son verdi: “Ellerinde neredeyse iPadlarla doğan yeni nesle benim neslimin öğreteceği çok bir şey yok ama onları aydın olarak yetiştirebilir, eleştirmeyi, alternatif üretmeyi, araştırmayı, kendi kendine öğrenmeyi öğretebiliriz.”
Ticarileştirmek lazım
Prof. Dr. Osman Ata Ataç, görüşmemizde, “Yenilik ve yenilikçilik yapanlara iyi bakın. Onlar da gökten inmiyor. Sentez yapıyorlar. Birikimlerden yararlanıyorlar. Bu da hem bilgi birikimi hem de iletişim sayesinde oluyor” dedi.
Söylediklerini biraz daha açmasını istedim, örnek verdi: “Microsoft’a bakın. İyi kavramak lazım. Ne yeniliğin ne de yenilikçiliğin operasyonel bir tanımı yok. Tanım bir tarafa, doğru dürüst analiz bile edilmemişler. Bilinenin aksine yenilikçilik ya da yenilik birer olgu değil birer süreç. Örneğin, yazılımda BASIC dili 1968’de bulundu. Bunu Microsoft 1975’te sahiplendi. 1981’de Microsoft, Seattle Computer Products şirketinin zaten yeni bir buluş olmayan QDOS (Quick and Dirty Operating System) UNIX dilinden bir kaç ilave yaparak MS-DOS adıyla piyasaya sürdü. 1990 ortalarında Windows-3 Apple firmasının Macintosh sisteminden adapte edildi. Apple da bunu Xerox’un PARC sisteminden, onlarda PARC’ı 1968’de yazılan GUI sisteminden almıştı. Microsoft daha sonra 1972’den kalma Lexitron ve Linolex yazılımlarından ve Wordstar’dan Word’ü, 1978’den kalma VisiCalc ve Lotus’tan Excel’i, University of Illinios tarafından geliştirilen NCSA Mosacic Web Browser’den de Internet Explorer’ı piyasaya sürdü. Şimdi soralım, mucit kim?
Apple ile devam etti sorusuna: “Steve Jobs, Xerox firmasına yaptığı bir ziyarette Douglas Engelbart’ın 1968’de bulduğu ‘mouse’ diye bir cihazı gördü. Gerisi tarih. Şimdi mucit kim?
Konu | 2010 | 2017 | 2018 |
Kurumlar | 85 | 95 | 96 |
İnsan Kaynakları* | 89 | 43 | 49 |
Altyapı** | 55 | 68 | 52 |
Pazar Gelişmişliği | 70 | 57 | 55 |
İş Hayatı Gelişmişliği | 49 | 75 | 72 |
Bilgi/Teknoloji Çıktıları | 67 | 46 | 52 |
Notlar:
* Araştırmayı da kapsıyor
** ICT teknolojisi, elektrik vb.
19 Temmuz 2019 Cuma