Türkiye ekonomisi son altı haftadır zorlu bir süreçten geçiyor. Salgının ardından ortaya çıkan kırılganlıkların henüz tamamen ortadan kalkmadığına bir kez daha şahit olduk. İç siyasetteki gelişmeler, ticaret savaşlarının yol açtığı küresel belirsizliklerle birleşince piyasalar sarsıldı. Borsada yüzde 10’u aşan kayıplar yaşanırken, döviz piyasasında ani dalgalanmalar görüldü; altın fiyatları ise tüm zamanların rekorunu kırdı.
Merkez Bankası bu dalgayı durdurmak için yaklaşık 50 milyar dolarlık rezerv kullandı ve gecelik faizleri artırdı. Ardından, politika faizi olarak bilinen bir haftalık repo faizinde de artışa gitti. Bu son adım, zaten fiili olarak uygulanan fonlama maliyetini resmiyete döktüğü için piyasa faizleri üzerinde ek bir yükselişe neden olması beklenmiyor. Ancak, politika faizindeki indirim döngüsüne ana planda olmayan biçimde ara verilmiş oldu. Bu hadiseler yaşanmasaydı yüzde 40’a düşeceği öngörülen politika faizi, şimdi yüzde 46 seviyesinde.
Bir hafta öncesine kıyasla Merkez Bankası'nın ortalama fonlama faizinde bir değişiklik yaşanmayacak olsa da altı hafta öncesine göre piyasa faizleri arttı. Bu süreçte ticari kredi faizleri yaklaşık 5.5 puan yükseldi. Bu durum, reel sektörün 2025 yılında planladığı bazı yatırımları ertelemesine neden olabilir. Ekonomik faaliyetin yavaşlama ihtimali, büyüme oranının düşmesini beraberinde getirebilir.
Yaklaşık iki yıldır devam eden ekonomi politikalarını normalleştirme adımlarının yeterli kalmadığını, bu süreçte bir kez daha görmüş olduk. Evet, para politikası sıkılaştırıldı ve maliye politikasında bazı tasarruf tedbirleri devreye alındı; ancak bunlar yeterli değil. Türkiye'nin enflasyonu ve cari açığı kalıcı şekilde düşürmesi yapısal politikalara da bağlı.
Piyasalarda adil rekabet ortamı sağlamadan, tarımda üretim planlamasıyla gençlerin öncülüğünde modern tarım tekniklerini etkin biçimde bütünleştirmeden emek piyasasındaki beceri uyumsuzluğu azaltmadan, yüksek teknolojili ihracatın payını artırmadan, geleneksel sektörlerin dönüşümünü tamamlamadan, finansal piyasalarda TL bazlı enstrümanları cazip kılacak ürün çeşitliliği ve likidite derinliği sağlamadan, ticaret diplomasisine yeni boyutlar eklemeden ne makroekonomik istikrarı tesis etmek kolay olur ne de uzun erimli kalkınma hedeflerine ulaşmak. Ekonomi politikalarının odağında bu başlıklar yer almalı. Para ve maliye politikaları ise yardımcı aktörler olmalı.
Bu alanlara yönelik bazı adımlar atılıyor elbette. Örneğin, yerli ve milli teknoloji gelişimini destekleyen HIT-30 teşvikleri ya da KOSGEB’in emek yoğun sektörlere yönelik destek programları gibi. Ancak bu politikalar, bütüncül bir strateji ve kurumsal koordinasyon çerçevesinde değil, parçalı bir yapıda yürütülüyor. Bu da alınabilecek verimi sınırlıyor.