tatil-sepeti

HAKAN GÜLDAĞ

Hazır olalım, olmayalım, ‘yeşil dönüşüm’ başladı. “Başlarsa başlasın. Uzun vadede hepimiz ölmüş olacağız zaten” derseniz yanılırsınız. İş geldi, kapımıza dayandı.

Evet, ‘acele işe şeytan karışır’, doğrudur… Ama gelin görün ki, bu yeşil dönüşüm meselesi ‘aceleci olmadan acele etmemizi gerektiren’ bir mesele haline geldi artık.

Ayrıca bir şey daha ekleyeyim: Bu dönüşüm birkaç yıl sürüp, sonra yerini bir başkasına bırakacak bir eğilim, bir moda da değil. Aksine hem kendisi hem etkileri on yıllarca sürecek bir paradigma değişikliği. Ekonomi ile sürdürülebilirlik birleşiyor bu yeni paradigmada...

Bu süreçte, geride kalanlar, ileriye gidenler, kazanan ve kaybedenler olacak. Yarış çoktan başladı.

‘Ya Türkiye’ derseniz...

Yeşil dönüşüm, Türkiye için hem zorunlu hem anlamlı hem de pozitif ayrışma sağlayabilecek bir fırsat.

BÜYÜK EKONOMİLER DÜMEN KIRDI

Neden ‘zorunlu’ derseniz söyleyeyim: Çünkü, Avrupa Birliği başta olmak üzere dünyanın zenginleri şimdi direksiyonu yeşil ekonomiye kırdı. AB, Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı. Dış ticaretimizin yarısı Avrupa Birliği ile… Keza ihracatımızın da, ithalatımızın da...

Kısacası, şimdi ticaretin kuralları bu yeni yönelime göre değişiyor. Dolayısıyla AB’nin ‘Yeşil Mutabakat’ gündemi bizim de gündemimiz. Türkiye’nin kısa süre önce açıkladığı ‘Yeşil Mutabakat Eylem Planı’nı da bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.

‘Yeşil Mutabakat’ demek, Avrupa’daki raflarda Türkiye’de üretilmiş ürünlerin olması demek. Bu kadar açık ve net!

Yani, biz ilgilenmesek bile nasıl olsa ‘yeşil dönüşüm’ bizimle ilgilenecek.

İŞ, ‘OLSA NE GÜZEL OLUR’DAN ÇIKTI

İster AB, ister ABD olsun, kapitalist Batı’nın geleneksel sanayi politikasının çerçevesi verimlilik artışıyla ekonomik büyümeyi hedefliyordu. Bir yanıyla yine öyle olacak. Ancak, koşullar artık tek odağın verimlilik ve büyüme olmasına izin vermiyor. Hem çevresel hem toplumsal baskılarla sürdürülebilirlik yeni çerçevenin odağına yerleşiyor. Yeni dönemin yeni oyun kuralları bu çerçeveye göre şekillenmeye başlıyor. O zaman da, bir süredir geçerli olan ‘olsa ne güzel olur’ kabilinden yaklaşımlar, yerini hızla ‘olmazsa olmaz’ yaklaşımına bırakıyor.

Avrupa, Amerika, Çin, Japonya... Hepsinde üretim karbon emisyonlarını azaltacak şekilde örgütlenecek. Paranın nereye gideceği, desteğin kime verileceği de yeşil dönüşüme göre belirlenecek. Eğer ihracat yapacaksak, dünyaya mal satacaksak başka çaremiz yok. Hatta iç pazara bile... Çünkü bir kez düzenlemeler buna göre yapılmaya başlandığında, sadece Avrupa Birliği değil, Türkiye de yapacak bu düzenlemeleri. Ve bunlar, karbon vergileri dahil, içeride-dışarıda geçerli olacak.

İşimizi bu yeni duruma uygun olarak yeniden tasarlamak durumundayız.

Ne diyelim, erken kalkan yol alır!

TÜRKİYE İÇİN UYGUN VE ANLAMLI

Kendimizi yeşil mutabakata hazırlamamız, zorunlu olduğu kadar da anlamlı...

Çünkü, AB Yeşil Mutabakatı esas olarak bir iklim değişikliğiyle mücadele dokümanı değil. Bir büyüme ve kalkınma stratejisi.
Diğer büyüme stratejilerinden farkı, bu kez karbon bazlı olmayan bir büyümeyi mümkün kılacak kapsamlı bir teknolojik değişimden bahsediyoruz. Sadece enerji sektöründe petrolden, doğalgazdan, güneş, rüzgar, jeotermal enerjisine, yani hidrokarbondan yenilenebilir enerjiye geçişle de sınırlı değil. Tüm sektörlerde yeni teknolojilerle enerji tasarrufundan, karbonu azaltmaktan bahsediyoruz. İş ve üretim sürecinin aşamalarının azaltılmasından, yeniden organize edilmesinden bahsediyoruz. Ortada çok daha kapsamlı ve hayatlarımızı derinden etkileyecek bir dönüşüm süreci var.

Yeşil dönüşüme ayak uydurduğumuzda sadece ihraç mallarımıza sınır kapılarında ek vergi uygulanmasından kurtulmuş olmayacağız, teknolojik değişimi yakalayacağımız için uluslararası düzeyde rekabet gücü kaybına da uğramayacağız.

Bir başka ifadeyle, yeşil dönüşüm Türkiye için negatif değil, pozitif bir gündem oluşturuyor. Çünkü, son dönemde ortaya çıkan yeni teknolojilerin hemen hepsi, Türkiye sanayisinin, üretim gücünün dönüşüm ihtiyaçları ile adeta bire bir örtüşüyor.

Dün bunu kendi kendimize yapmaya kalksak, erken öten horoz misali bize faturası ağır olabilirdi. Ama şimdi, dünyanın en büyük ekonomileri buraya yöneldi. Bunu kendi rekabet güçlerini artırmak için yapıyorlar. Kendi büyümelerini, istihdamlarını güçlendirmek için yapıyorlar. İşte tam da bu nedenle, Türkiye sanayinin yeşil teknolojiler ile dönüşümü son derece anlamlı.

Bugün artık, ne tekstil, ne mobilya, ne bir başka sektör... Yeni teknolojiler geldi-geliyor diye sektör değiştirmek durumunda değil.

Yapılacak şey, yeni teknolojilere yatırım yaparak, onları mevcut işini dönüştürmek için kullanmak. Çünkü bu yeni teknolojilerin her biri sektörleri dönüştürme kabiliyetine sahip teknolojiler: Bio-teknoloji, nano-teknoloji, genetik, robotik, yapay zeka dahil bilişim ve iletişim teknolojileri... Yeni atılımını sektör değil, teknoloji seçerek yapacak Türkiye...

ÖNEMLİ BİR FIRSAT BARINDIRIYOR

Yeşil dönüşüm en sade şöyle anlatılabilir:

Bol bol duman ve atık yaratan, doğal kaynakların çoğu kez bir kerelik kullanımına dayanan geleneksel üretimin yerine dumanı ve atığı azaltan ya da ‘sıfırlayan’ üretime geçmek.

Şimdi bu dönüşüm süreci içinde önemli bir fırsat da barındırıyor. Çünkü eskiden karbon emisyonlarını azaltmak, atık yönetimini daha iyi yapmak para kaybettirebiliyordu. Hem ülkelere hem şirketlere... Yeşil teknolojiler bu argümanı yıktı. Artık yeşil teknolojiler, geleneksel yöntemlere göre daha fazla verimlilik artışı sağlayabiliyor. Kârlılıkları da artırıyor.

Mesela plastik sanayinde, mevcut teknolojilerle 7-8 aşamada gerçekleşen üretim, bio-teknoloji kullanıldığında 3-4 aşamaya iniyor. Zaman ve enerji tasarrufunun yanında yüzde 20’den fazla verimlilik artışı getiriyor. Üstelik karbon emisyonları, atık su yönetimi gibi sürdürülebilirlik sorunlarına çözüm getirebiliyor.

Hiç şüphesiz, yeşil teknolojilere dönüşüm sürecinin bir maliyeti var. Hem teknolojilerin gelişmesi hem de yayılması maliyetli...

Geleneksel değer zincirlerinin ve bu zincirlere bağlı üretim yapan ve hizmet veren şirketlerin buna intibakı gerekecek.

Öte yandan, ortam bunun için uygun. Batı’da negatif faiz oranları gereken yatırımların yapılması ve intibak sürecini kolaylaştırıyor.

Covid-19 ve varyantları da bu sürecin uzamasına zemin oluşturuyor. Ucuz finansman yapılamayanı hızla yapılabilir hale getiriyor.

Dünyada da fonların, yeşil işlere ve yeşil teknolojilere akacağı görülüyor. Bütün çağrılar buna göre şekilleniyor.

Dahası, Yeşil Mutabakat şimdi artık fiili bir bütçeye sahip. Avrupa Birliği, virüs sonrası toparlanma sürecinin ağırlığını Yeşil Mutabakat’a veriyor. Bu da öncü nitelikteki kamu harcamalarını ve yatırımlarını gerektirecek. Gereken ilgi ve çabayı gösterdiğimizde,

Yeşil Mutabakat’ın itici gücü konumunda olacak bu harcamalardan, bizim de pay almamamız için hiçbir neden yok.

Bu noktada, yeni destek mekanizmalarının her biri çok önemli. 100 milyar Euro bütçeli Horizon Europe (Ufuk Avrupa) çerçeve programı şimdi tamamen bu yeşil işler üzerinden kurgulanıyor. Bizde bu süreç TÜBİTAK üzerinden yürütülüyor. Açık söyleyelim, AB, Türkiye’nin yeşil dönüşüm maliyetini karşılamaya hiç hevesli değil.

Ama Ar-Ge projelerine katılımını destekliyor. O zaman şimdi projeleri ve alınan payı artırma zamanı! Dönüşüm için her bir Euro’ya ihtiyaç olacak.

Sevinelim: Biz bu işten daha fazla ekmek çıkarırız

Ekonomik kalkınmanın temelini teknolojideki değişiklikler oluşturuyor. Bu hep böyle oldu. Yine öyle olacak. Yeni dönemin, öncekinden farkı, büyüme, yüksek karbonlu sektörlerden değil, düşük karbonlulardan gelecek.

Düşük karbonlu teknolojileri benimsemek demek, faaliyet gösterdiğimiz geleneksel sektörü düşük karbonlu hale getirmek demek. Sadece imalat sektöründe değil, lojistik ve diğer hizmet sektörlerinde de...

Göreceksiniz, çok da yavaş olmayan bir hızda, Türkiye’nin ihracatında büyük payı olan lokomotif sektörler düşük karbonlu hale gelmeye başlayacak. Yakında üretici KOBİ’lerimizin harıl harıl elektrikli motorlarını daha az karbon salar hale getirmeye çalıştıklarını duyacağız. KOSGEB gibi kuruluşlarımız, firmalarımızın ‘yeşil mutabakat’ gereklerini yerine getirmemiz için devreye girecek.

‘Nereden biliyorsun’ diyebilirsiniz. Eğer Merkez Bankamız ile birlikte hiç ihracat yapmamış ama ihracat yapma potansiyeli yüksek 26 bin KOBİ’yi tespit ve analiz ediyorsak, onlara ihracat yapmaları için Eximbank üzerinden KGF destekli krediler sağlıyorsak, bu rotanın varabileceği bir başka liman yok. İşin farkına her düzeyde varmaya başladık.

Çünkü artık anlıyoruz ki, bundan böyle ekonomide çıtayı yükseltmemiz için karbon emisyonlarını azaltacak, yeşil ile mutabık kalacağız.

Doğrusu ben son dönemde olup biteni böyle okuyorum.

Ve de seviniyorum.

Üretim kabiliyetimiz var. Uyum yeteneğimiz de yüksek. Biz bu işten daha fazla ekmek çıkarırız.
Niye sevinmeyeyim ki?

27 Ağustos 2021 Cuma

Etiketler : Köşe Yazısı

OSMAN ARIOĞLU



 

Geçtiğimiz hafta 2025-27 yılları arasını kapsayan Orta Vadeli Program açıklandı. Programda enflasyon ve büyüme rakamlarında revizeler yapıldığını gördük. Geçen hafta sonu kredi derecelendirme kuruluşu Fitch, Türkiye’nin kredi notunu B+’dan BB-‘ye çıkardı. 

 

Görünümü ise pozitiften durağana çevirdi.

 

FİTCH KREDİ NOTU

 

Öncelikle kredi notundan bahsedelim. Bu not artırımından sonra Türkiye’nin kredi notu Güney Afrika ile aynı seviyeye geldi. 

 

Önümüzdeki dönemde risk priminde de biraz daha iyileşme görebiliriz. Not artırımı zaten bekleniyordu. Kritik konu, görünümün durağana çevrilmesidir. Bir sonraki açıklamada kredi not artırımının biraz zora girmesi gibi görünse de kesin olarak böyle olur demek değildir. 

 

ENFLASYON VE BÜYÜME RAKAMLARINDA REVİZE

 

OVP ile 2024 yılı enflasyon hedefi yüzde 33’ten yüzde 41.5’e revize edildi. Aslında Merkez Bankası daha önce 2024 yılı enflasyon hedefini yüzde 38’e revize etmiş ve daha sonraki birkaç toplantısında da yüzde 38’de sabit tutmuştu. Merkez Bankası açıklamasında da 38-42 aralığında bir banttan bahsedildiğini dikkate alırsak yeni hedefin Merkez Bankası açıklamalarındaki üst bant civarı olduğunu ve tutturulabilir görüldüğünü belirtelim. 

 

Büyüme beklentisinde değişiklik yapılarak 2024 yılı büyüme hedefi yüzde 3.5, 2025 yılı hedefi de yüzde 4 olarak revize edildi. Orta Vadeli Program açıklaması sırasında konuyla ilgili tüm bakanlar masanın etrafında olduğu halde sadece ana başlıkların belirtilmiş olması, içerikle ilgili detaya girilmemesi, kamuoyu nezdinde bir hayli eleştiriye neden oldu. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, OVP açıklaması sırasında konuya ilişkin detayların 25 Ekim’de açıklanacak 2025 yılı programında olacağını ifade etti. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde bütün unsurları ile yetki ve sorumluluğunun Cumhurbaşkanı makamına ait olması, bakanların programın yürütülmesinde yardımcı rol alan aktörler olarak değerlendirilmesi nedeniyle detaylandırmanın Cumhurbaşkanlığı Hükümeti yıllık programı ile olması doğal karşılanabilir. 

 

OVP’de 2025 yılı büyüme hedefinin yarım puan aşağı çekilerek yüzde 4 olarak açıklanması ile enflasyonla mücadele programında bir gevşemeye gidileceği yönünde değerlendirmeler ekonomideki yavaşlamanın 2025 yılı ilk yarısında da devam edeceği beklentisi ile uyumlu. Daralmanın 2025 yılının bütününe yayılması ise başka sorunları da beraberinde getirebilir. Genel olarak hükümetlerin en tedirgin olduğu konu, ekonomik büyümenin ciddi şekilde yavaşlaması veya durgunluk içerisine girilmesidir. Bu hem işsizliğin artması hem de ülke kalkınmasının ve dolayısıyla da kişi başı milli gelirin düşmesine neden olabileceğinden hassasiyet gösterilmesi doğaldır. Türkiye’de 2002- 2008 yılları arasında yine bir enflasyonla mücadele programı uygulandı. 2001 yılı ekonomik krizi sonrası negatif büyüyen ülkede güven, kararlılık ve istikrarla enflasyonda ciddi bir iyileşme ile birlikte büyüme oranlarında da makul bir seviye izlenebilir olmuştu. 

 

PROGRAMDA KARARLILIK 

 

Enflasyonla mücadele programında en kritik konu, beklentilerin doğru yönetilmesi ve toplumun genelinde uygulanan enflasyonla mücadele programına inancın devam ediyor olmasıdır. Enflasyon katılaşmadan bu yılın ikinci yarısı ve 2025’in ilk yarısı biraz daha acı çekilecek dönem olarak kalması koşuluyla sonrasının daha yumuşak bir şekilde devam ettirilmesi mümkün olabilir. Geçen 5-6 yıllık dönemde uygulanan programlar kişiler ile doğrudan bağlantılı hale geldi ve birbiriyle zıt uygulamalar yapıldı. Uygulanan programda da esas tedirgin eden bu noktadır. Bu program, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ile endeksli görülüyor. Hazine ve Maliye Bakanı konusunda yapılan spekülasyonların programda ne denli hasara yol açabileceği birkaç hafta önceki asılsız dedikodular ile teyit edildi. Bu dedikoduları gidermek için Sayın Şimşek sosyal medya hesabından iki defa istifa ettiği yönündeki tevatürleri yalanlamak durumunda kaldı. 

 

Yüksek enflasyon, toplumu her yönüyle bozucu etkilere neden olur. Şu anda en kritik konu, henüz katılaşmamış olan enflasyonu indirmedeki kararlılığın korunmasıdır. Beklenti yönetimi doğru yapılabildiği ölçüde enflasyon ve büyüme hedefleri yakınsanabilir. Yapısal reformların realize edilmesinde de anlayışın değiştiğine yönelik kanaat omurgayı oluşturur. En az iki yıl daha seçim olmaması halen en büyük avantaj durumundadır.

18 Eylül 2024 Çarşamba

Etiketler : enflasyon reyting büyüme Fitch kredi

PROF. DR. NURULLAH GÜR


ngur@medipol.com.tr

 

Türkiye’de enflasyon, yıllık bazda tek haneli rakamları en son Ekim 2019’da görmüştü. Salgın döneminde yüzde 10-20 bandında dolanan enflasyon oranı, Aralık 2021’den itibaren başka bir safhaya geçti. O tarihten bu yana ortalama enflasyon yüzde 57.5 seviyesinde gerçekleşti. Beklediğimiz dezenflasyon süreci, Haziran 2024 itibariyle nihayet başladı. Yıllık enflasyon, son üç ayda yüzde 75.45’ten yüzde 51.97’ye geriledi. Bu gerilemeye neden olan temel unsurları şöyle özetleyebiliriz:

 

* Geçen yılın yaz döneminde çok yüksek seviyelerde gerçekleşen aylık enflasyon rakamlarının Haziran-Ağustos 2024 döneminde devreden çıkması neticesinde baz etkisi oluştu. Bu matematiksel durum, yıllık enflasyonu otomatik olarak aşağıya çekti.  

 

* Sıkı para politikası ve ekonomi politikalarındaki artan öngörülebilirliğin bir sonucu olarak döviz kurları, daha istikrarlı bir aralıkta seyretmeye başladı. Hatta TL reel bazda değerlendi. Bu gelişme, ithalat fiyatlarının enflasyonu artırıcı etkisini sınırladı. 

 

* Sıkı para politikası, iç talebi yavaşlattı. 

 

n Küresel emtia fiyatlarının stabil bir seyir izlemesi ve asgari ücrete ara dönemde zam yapılmaması, reel sektör için maliyetleri hafifletti. Böylece, bazı şirketlerin fiyat artışlarında aşırıya kaçmaya yönelebilmeleri için gerekçeleri azalmış oldu. 

 

TAHMİNLER GÜNCELLENDİ

 

Enflasyonda düşüş trendi başlamış olmasına rağmen Merkez Bankası’nın yüzde 38’lik yıl sonu hedefinin tutması mümkün gözükmüyor. Zaten geçtiğimiz günlerde açıklanan Orta Vadeli Program’daki (OVP) 2024 yıl sonu enflasyon tahmini de yüzde 41.5 olarak güncellendi. Önceki OVP’de 2024 yıl sonu için enflasyon tahmini yüzde 33 idi. Durum böyle olunca akıllara kritik bir soru geliyor: 

 

Neden enflasyon tahminleri tutmadı? Bu sorunun birkaç cevabı var: 

 

* Enflasyonu kontrol altına almak için para politikası sıkılaştırıldı. Bu gerekliydi. Ama para politikasını destekleyecek yapısal politikalar yeterince kapsamlı ve hızlı biçimde devreye giremedi. Önceki yazılarımda da altını çizdiğim üzere, sıkı para politikası enflasyonla mücadelenin ön koşulu olmakla birlikte yeterli koşulu değildir. 

 

* Para politikasının iletişim ayağı zayıf kaldı. Dolayısıyla, enflasyon beklentileri yeterince iyi yönetilemedi. Bu durum, fiyatlama davranışları ve tüketim eğilimlerinin normalleşmesini geciktirdi. 

 

* Fiyatı kamu tarafından yönetilen ve yönlendirilen mal ve hizmetlere yönelik fiyat ayarlamaları dezenflasyon sürecini yeterince desteklemedi.  

 

ÇÖZÜM NEREDE?

 

Peki, bundan sonra ne yapmalıyız? Para politikasının etki alanına girmeyen ama enflasyonu ilgilendiren alanlara dair diğer ekonomi politikalarını daha etkin çalıştırmamız lazım. Ekonominin planlama, üretim, teşvik, dağıtım ve aracılık faaliyetlerini ilgilendiren sorunlarına dair kalıcı çözümler üretmeliyiz. Enflasyonla mücadelenin her boyutunu vatandaşa ve şirketlere daha fazla dokunarak anlatmalıyız. Maliye politikalarını hem enflasyonla mücadeleyi destekleyecek hem de enflasyonla mücadelenin maliyetinin toplumda daha adil biçimde paylaşılmasını sağlayacak şekilde çalıştırmalıyız. 

 

Bunları yapmakta yetersiz kaldığımız durumda, sıkı para politikası daha uzun süre devrede kalabilir. Yani yüksek faiz, ekonomiyi gereğinden uzun süre yorabilir. Bu durum, reel sektörün üretim kapasitesine, yatırım iştahına ve rekabet gücüne zarar verir; sabit gelirli vatandaşların yaşam koşulları daha da zorlaşır. İşte bu yüzden enflasyonla mücadeleyi çok boyutlu bir strateji ve politika setiyle yürütmemiz gerekiyor. 

18 Eylül 2024 Çarşamba

Etiketler : enflasyon