FATİH OKTAY

Başlıktaki sorunun cevabını hemen baştan vereyim: Hayır, büyük olasılıkla tersi olur. Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, ABD ile Çin arasındaki çekişme Trump ile başlamadı, onunla da bitmeyecek. İki ülke arasındaki gerginlik, 2008 küresel krizi ardından başladı. Çin ekonomisi o krizde, ülke yönetiminin devreye soktuğu büyük bir ekonomiyi canlandırma programının katkısıyla yüksek hızlarda büyümeyi sürdürdü. Buna karşın ABD ve diğer batılı ekonomiler uzun süre bu krizin etkisinde kaldı. Bu nedenle Çin ekonomisi ile ABD ekonomisi arasındaki büyüklük farkında önemli daralma oldu. Bu dönemde Çin, ‘dünyanın en büyük ihracatçısı’, ‘dünyanın en büyük imalat sanayine sahip ülkesi’, ‘dünyanın en büyük otomobil sanayine sahip ülke’ gibi birçok unvanı ABD’den aldı. Öte yandan kriz, Çin’de ABD batılı ekonomik ve politik modellerin sorgulanmasına yol açtı. Çin’de neredeyse tartışmasız olarak etkinliği kabul edilen ABD finansal sisteminin sorunlarının ortaya saçılması, krize müdahale ve krizden çıkma konusundaki başarısızlıklar, Çin’de batı modeli ile ilgili görüşleri değiştirdiği gibi ülke yönetimindeki batı modeline yakın duranların da elini zayıflattı.

Çin modelinin mi, ABD modelinin mi daha üstün olduğu tartışılır oldu. Bu ortamda Obama başkanlığındaki ABD yönetimi Çin’i bir rakip olarak görmeye, Çin de uluslararası politikasında dikleşmeye başladı.

PASİFİK’İN ÖTEKİ YAKASI İLE İŞBİRLİĞİ

Geçen yazıda sözünü ettiğimiz Trans Pasifik Ortaklığı anlaşması, Obama yönetiminin Çin’in ekonomik ve politik olarak güçlenmesini kontrol altına almak için ortaya koyduğu bir girişimdi. Obama, anlaşmanın gerekçesini ABD kamuoyuna açıklamak için söyle diyordu: “… yeni yüzyılda ekonominin kurallarını yazanın Çin değil, ABD olmasını sağlamalıyız…” Öte yandan, Obama yönetimi döneminde Çin’e yaklaşım askeri alanda da değişti. Bu değişim Asya’ya Doğru Dönüş olarak adlandırılan program ile ortaya konuldu. Buna göre ABD kaynaklarını ve dikkatini uzun zamandır odakladığı Irak ve Afganistan’dan Asya-Pasifik bölgesine çeviriyordu, bölgeye diplomatik, ekonomik, stratejik, her tür yatırımını arttıracaktı. ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Atlantik’in öteki yakasıyla, Sovyetler Birliği’ne karşı Avrupa ve çevresiyle nasıl yakın ilişkiler geliştirmiş ve işbirliği kurumları oluşturmuşsa, şimdi aynısını Çin’e karşı Pasifik’in öteki yakası ile yapacaktı.

Trump, bu genel politikayı, farklı üslup ve yöntemlerle sürdürdü.

Biden da öyle yapacaktır.

GÜMRÜK VERGİSİ SAVAŞI

Trump’ın başlattığı gümrük vergisi savaşı, Çin’den çok ABD ekonomisine zarar verdi; Çin’in teknolojik gelişimini yavaşlatmak için yürürlüğe koyduğu önlemler, Çin’i kısa ve orta dönemde zora koyacak ama ABD için kısa ve orta dönemde büyük bedelleri olacak, uzun dönemde de istediğinin tersi sonuç verecektir. Biden yönetimi, bu politikalarda ABD’nin zararlarını azaltırken, Çin’e de bir ölçü ferahlama sağlayacak değişikliklere, belli karşılıklar alarak gidebilecektir. Öte yandan Biden yönetimi, daha akılcı ve kestirilebilir olacaktır. Bunlar Biden’ın Çin açısından olumlu yanları.

Ancak Trump, Paris İklim Anlaşması, Dünya Ticaret Örgütü, Covid-19 salgını gibi konulara yaklaşımı ile ABD’nin dünyadaki itibarını ve dolayısıyla politik gücünü zayıflatıyor. Öte yandan, yalnız Çin değil, müttefiklerine de ticaret savaşları açarak, Çin’e karşı uluslararası işbirliğinin yolunu tıkıyordu. Bu, Trump’ı Çin için zararlarının çok üstünde yararlı kılıyordu. Biden, bu konularda Trump gibi davranmayacağı için Çin rahatlamayacak, daha çok sıkışacaktır.

04 Aralık 2020 Cuma