7 Haziran Genel Seçimleri’nden çıkan Meclis aritmetiği ile 8 Haziran sabahından bu yana olası koalisyon hükümeti senaryoları ve tekrar seçim senaryoları, bu arada, bayramdan hemen sonra patlak veren ve bizleri derinden üzen, bu ülkeye olan sevdamızı, inancımızı her zaman perçinleyen terör olaylarının yansılamaları gündemimizi kaplamış durumda. Ancak bu yoğun ve ‘ağır’ gündemle Türkiye’nin öncelikleri şu an için değişmiş olsa da biz hali hazırda G-20 Grubu’nun dönem başkanıyız.
Ve Türkiye, G-20 sürecini koordine eden bakan ve bürokratları ile iş dünyasını temsil eden sivil toplum kuruluşları ile özel sektörün önde gelen isimlerinin başkanlık ettiği ‘görev gücü’ toplantıları ile mükemmel bir G-20 gündemi yürütüyor. Bu nedenle, koalisyon görüşmelerinin başarıyla sonuçlanamaması halinde, ülkeyi seçime götürmek üzere Meclis Genel Kurulu’ndan güvenoyu almış bir AK Parti Azınlık Hükümeti’nde, Bakanlar Kurulu’nu oluşturan ekibin değişmemesinin pratik anlamda önemli yararları olacağı göz ardı edilmemeli.
Neticede, yeni Meclis’in, AK Parti önderliğinde, kendi bünyesinden bir koalisyon hükümeti çıkarmasına yönelik çalışmalarda, son günlere giriyoruz. Bu çalışmalar bir AK Parti-CHP veya bir AK Parti-MHP Koalisyon Hükümeti’nin kurulması ile sonuçlanmaz ise MHP’nin Meclis Genel Kurulu’nda oylama katılmayarak destekleyebileceği öngörülen bir AK Parti Azınlık Hükümeti ile yeni bir genel seçime gidilebileceği olasılığı da ekonomi çevrelerinin gündeminde. İş dünyası böyle bir olasılığın kuvvet kazanması halinde ülkeyi diyelim ki 29 Kasım’daki, yeni genel seçime götürecek olan AK Parti Azınlık Hükümeti’nde, ekonomi yönetiminde köklü bir değişiklik olup olmayacağını merak etmekteler. İş dünyası ile konuşulduğunda, genel tercih, eğer Anayasa gereği bir sorun yok ise mevcut bakanların yine görev aldığı, alabildiği bir Azınlık Hükümeti ile yeni genel seçime kadar yol alınması. Bu tercih, Türkiye’nin G-20 dönem başkanlığı boyutu da dikkate alındığında doğru bir tercih olarak gözüküyor.
TÜRKİYE İLE ÇİN ARASINDA GÜÇLÜ İLİŞKİLER KRİTİK ÖNEMDE
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu’nun tecrübeleri ve uluslararası siyaset alanındaki etkileri dikkate alındığında, 14-15 Kasım’da Antalya’da gerçekleştirilecek Liderler Zirvesi’ne kadar çok tempolu, ‘KOBİ’leri ve ‘tarım’ı G-20’nin öncelikli gündem maddeleri içine aldırmayı da başaran bir dönem başkanlığı yürütülmekte Türkiye açısından. G-20’nin hayli kıdemli bakanları, ülkelerin diplomat ve bürokratları, kendi dönem başkanlığında, Türkiye’nin çıtayı yükselttiği ifade ediyorlar. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iki G-20 ülkesi olan Çin ve Endonezya’ya gerçekleştirdiği ziyaretler bu açıdan kritik önemdeydi. Bilhassa, G-20 dönem başkanlığını Türkiye’den devralacak olan Çin’in, Türkiye’nin gündem başarısını sürdürmek ve iki ülke arasındaki işbirliğini derinleştirmek adına, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çok kritik bir zamanda, çok isabetli bir gündemle Çin’e ziyarette bulunduğunu hatırlatmamız gerekir.
TÜRKİYE’NİN NOTUNUN AYNI KALMASI GEREKİR
En son 10 Nisan 2015’de Türkiye ile uluslararası derecelendirme not değerlendirmesi ve ekonomik görünüm değerlendirmesi yapması beklenen Moody’s, Türkiye için yeni bir değişiklik öngörmediğini göstermek adına hiç bir açıklama yapmayıp, bir nevi yeni bir değerlendirmeyi ertelemişti. Moody’s’in yeni bir değerlendirmesi bekleniyor. Ancak bu değerlendirmenin de ertelenmesi ihtimali hayli kuvvetli. Moody’s’in herhangi bir açıklama yapmadan, önceden açıklanmış olan 7 Ağustos tarihli değerlendirme takvimini pas geçmesinin gerekçesi olarak, piyasada siyasi ve ekonomik belirsizliklerin, Türkiye’nin temel makro ekonomik değerlerini etkilemeyecek bir belirsizlik içinde devam etmesi gerekçe gösteriliyor.
Moody’s, en son 11 Nisan 2014’de, Türkiye’nin ‘en düşük’ de olsa yatırım yapılabilir düzeydeki ülke tahvili derecelendirme (rating) notunu korumuş bununla birlikte, cari açık riski ve ekonomi yönetimine yönelik kimi eleştirileri ile görünümü ‘negatif’e çevirmişti. Bu 12 ile 18 ay içerisinde ‘not indirimi’ riski anlamına gelmekte. Ama Türkiye’ye yönelik böyle bir adım, ‘haksızlık’ın ötesinde, ciddi bir ‘çifte standart’ tartışmasını da beraberinde getirir. Bilhassa hane halkının ve özel sektörün borçlarını daha yönetilebilir düzeyde tutmak ve tüm özel kesimin ağır bir borç yükü altına girmesini engellemek adına alınan makro ekonomik tedbirler, Türk ekonomisini 2012’den bu yana ortalama yüzde 3 ve bir miktar altında bir büyüme ile yola devam etmekle karşı karşıya bırakıyor.
Siyaset ve ekonomi çevrelerinde bundan memnun olmayan bir kesim elbette mevcut. Bununla birlikte, IMF ve Dünya Bankası’nın pek çok önde gelen gelişmekte olan ekonomi ve bu ülkelerin yer aldığı coğrafyalarla ilgili büyüme tahminlerine baktığımızda, Türkiye’ye yüzde 3 ve bir miktar altında büyüme ile bu ülkelerin ve coğrafyaların ortalama 1 ile 3 puan üzerinde bir büyüme ile yola devam ediyor. Evet bu büyüme Türkiye’ye yetmez ama böyle bir küresel ekonomik konjonktürde, ‘buna da şükür’ dememiz gerekiyor.
07 Ağustos 2015 Cuma