Küreselleşme, ülkeler, daha geniş manada dünya toplumları arasında, mal, hizmet, enerji, insan kıymetleri, buluş, teknoloji, bilgi ve iletişimin sınırsız dolaşımını tanımlar. ‘Sınırsız’ın anlamı, hiç bir ülke veya ülkeler grubunun ‘serbest dolaşım’a kendi çıkarları adına kural, sınırlama koymaması, koyamamasıdır. 1991’de Sovyetler Birliği, uzantısı olarak Doğu Bloku dağıldığında, uluslararası çevreler ‘küreselleşme’nin önünün açıldığı çağrısında bulunmuşlardı. Başkan Clinton ve yardımcısı Gore’un mesajları ve Türkiye’nin de içinde yer aldığı G20 kulübünün kurulmasına öncülük etmeleri, geniş bir ülkeler grubunu, tüm ülkelerin menfaatine yeni bir ‘küresel’ düzenin oluşmakta olduğu yönünde umutlandırmıştı.
Clinton döneminin ardından, 11 Eylül ve ardından Afganistan ve Irak operasyonları, Bush dönemiyle geri gelen ‘mutlak hegemonya’nın, ABD yönetiminin ‘küreselleşme’yi, ‘ABD’nin çıkarlarına uyuyorsa’ ancak, makbul bulduğunu kısa süre içerisinde gösterdi. 2003’te ABD ‘salt kendisinin önceliklendirildiği’ bir küresel düzenin artık istenmediğini Birleşmiş Milletler de gördü. Rusya’da Vlademir Putin, Brezilya’da Luiz Inacio ‘Lula’ Da Silva, Venezüella’da Hugo Chavez, o dönem açısından Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ve Almanya Şansölyesi Gerhard Schröder, ABD’nin her istediğinin gerçekleştiği bir dünyayı arzu etmediklerini, duruşları, açıklamaları ve kararlarıyla ortaya koydular.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğinde, Türkiye 2005’de ABD ve AB’nin dayattığı ‘Kıbrıs’ operasyonuna rest çekti. Ardından, 2006’daki Danıştay saldırısıyla başlayıp, Hrant Dink cinayeti, AK Parti kapatması davası, Gezi, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz FETÖ hain darbe girişimine kadar uzanan süreç başladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2014’de, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda, ‘Dünya 5’ten büyüktür’ diyerek, sadece bir kaç ülkenin çıkarına dayalı bir küreselleşmeyi reddettiğimizi ilan etti.
Erdoğan, ‘küresel ekonomi-politik sistemin kökten değişmesi gerektiği’ çağrısıyla, 2003’ten beri süregelen tartışma ve gerginlikleri geri dönülemez bir çıtaya taşıdı. Almanya Şansölyesi Merkel’in Davos’taki son konuşmasında, ‘ABD’nin hegemonyası’nda şekillendirilmiş, ‘Soğuk Savaş’ın korku kodları’na dayalı bir düzenle dünyanın artık gidecek bir yeri kalmadığı çağrısı da bu tabloyu teyit ediyor. Bugün, Irak’ın, Libya’nın, İran’ın, Venezüella’nın başına ne geldiğini, Türkiye’nin elindeki tüm imkanlarla neyin savaşını verdiğini anlamak istiyorsanız, işe bir de ‘Dünya mı, ABD mi’ perspektifinden bakın.
KARPAZ’DAN BAKINCA ÇİN SEDDİ GÖZÜKÜR
Türkiye, 2005’te Kıbrıs konusunda ortaya koyduğu kararlılıkla, bugün Doğu Akdeniz’de kendisinin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin uluslararası hukuktan doğan ekonomik haklarını temsil eden ‘münhasır ekonomik alan’lardaki tüm zenginlikleri de elinde tutmuş oldu. Çünkü 2003’ten 2005’e pişirilen ‘Kıbrıs Anlaşması’ yüzünden, Karpaz (Zafer) Burnu’nun kaybetmemiz, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de ‘münhasır ekonomik alan’ olarak çok ağır bir kayıp yaşamasına sebep olabilirdi. 2005’de Kıbrıs konusunda aldığımız net tavır, Türkiye’yi bugün Doğu Akdeniz’de çok geniş bir ‘münhasır ekonomik alan’ hakimiyetine getirdi.
Prof. Dr. Çağrı Erhan, Anadolu Platosu’nun, Asya Minör’ün dünya haritasında 1.5 derecelik açıyla durmasının yanı sıra, 2000 metre ortalama yükseltiyle, Türkiye’nin ‘münhasır ekonomik alan’larının sadece Mısır’a değil, batıda Libya’ya, doğuda İsrail’e kadar uzandığını hatırlatıyor. Bu nedenle, son 14 yıllık politikamız, derin sondaj imkanlarına sahip milli gemilerimizle, bugün Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de önemli bir ekonomik, siyasi ve askeri güce dönüştürmüş durumda. Türkiye, KKTC’de ‘kimi’ yabancıların stratejik bölgelerdeki toprak, arazi, gayrimenkul yatırımları başta olmak üzere, çok dikkatli olmak zorunda. ‘Karpaz Burnu’ndan Çin Seddi’nin görüldüğü’ bir dünyada, küresel ekonomi-politik yeniden şekillenirken, Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin en etkili ‘oyun kurucu’ ülkelerin arasında yer almasının ‘özgül ağırlığı’nı asla atlamayalım.
04 Şubat 2019 Pazartesi