tatil-sepeti

Dünya ekonomisinin önde gelen aktörleri, ülkeleri, bu aralar ‘üretimi sürdürülebilir kılma’yı tartışıyor. Bu konunun sosyo-ekonomik uzantısında çalışma barışı, toplumsal barış, kalkınma ve sağlıklı yaşam koşullarını oluşturmak gibi önemli detaylar da söz konusu. Ülkelerin üretim becerilerini sürdürülebilir kılmak, bu hedefe uygun bir ‘üretim ekosistemi’ni oluşturmaktan geçiyor. Yani, hammaddeye, doğal kaynaklara sürdürülebilir koşullarda ulaşım, insan kıymetlerine ulaşım ve etkin eğitim sistemi, milli servetin artırılmasına ve üretimin teknolojik altyapısını güçlendirmeye yönelik imkanların oluşturulması, üretimin ve yatırımın sürdürülebilir finansman imkanları ve girişimciliğin özendirilmesine yönelik hukuki ve sosyolojik altyapının oluşturulması.

İçinde bulunduğumuz günlerde, Türk iş dünyasının, tabiri caiz ise ekonomi yönetiminden en büyük beklentisi, Türk ekonomisindeki ‘üretim ekosistemi’ni iyileştirecek, geliştirecek, güçlendirecek reform ve adımların bir an önce atılması. Çünkü hammadde ve toprak, yani üretim tesisleri oluşturmaya uygun ölçüde arsa, arazi üretilmesi, pek çok sektör ve alanda kalifiye işgücü bulunabilmesinin önünün açılması, enerji maliyetlerinin yönetilebilir düzeyde olması, finansman imkanlarının genişletilmesi ve daha erişilebilir hale gelmesi,maliyetlerinin normalleştirilmesi,

Ar-Ge ve inovasyonun desteklenmesi, Türkiye’nin 2023 hedeflerine ulaşması adına ivedilik arz ediyor. Türkiye’nin ‘orta gelir tuzağı’ndan kurtulması ve dünya ekonomisinde ilk 15 ülke arasına girecek bir konuma erişmesi, ‘üretim ekosistemi’ni iyileştirebilmesinden geçiyor.

TOKİ’den OSB isteniyor

Bir örnek vermek açısından TOKİ, son 10 yıldır önemli konut projeleri gerçekleştirdi. Ancak iş dünyası, TOKİ’nin sadece konut işinde değil, artık daha ağırlıklı olarak organize sanayi bölgesi (OSB) ve organize sanayi siteleri oluşturulması sürecinde yer almasını talep ediyor. Çünkü ülkemizde, organize alt yapıya sahip üretim bölgelerinin oluşturulması, yatırımcıların, imalat sanayinin kendisine uygun imkanlarda fabrika yapacak arazi veya arsa bulması giderek zorlaşıyor. Son dönemde alınan kimi tedbirlere kadar OSB’ler rant kapısı haline dahi gelmişti. Bugün aynı ‘rant kapısı’ riski, hesapta teknoloji üretiminin desteklenmesi amacıyla yapılmış teknokent ve teknoparklarda kendini gösteriyor. Mütevazı koşullarda, Türkiye’nin yüksek katma değer üretimi için mücadele ortaya koyan teknoloji işletmelerinin ödedikleri kiralar, aidatlar, bu işletmelerin kapılarına kilit vurulacak noktaya gelmiş durumda.

Bu nedenle yeni kurulan 65. Hükümetin, Türkiye’nin ‘üretim ekosistemi’ni rant kapısı yapan süreçleri, hataları veya suistimalleri bertaraf etmesi gerekir. Bir diğer önemli husus da, ‘üretim ekosistemi’nin teknolojik altyapısı. Türkiye, inovasyonu, yüksek teknolojiyi, Sanayi 4.0 gibi konu başlıklarını gündemine almaya çalışıyor. Ama nasıl; evlerin kapısına Ferrari arabaları dizip, bu arabaların gideceği düzgün yolları, otoyollar ve ulaşım ağını oluşturmadan. İzmir’de yüksek teknolojili makine satan ve alkışlanması gereken bir firmamız, ürettiği ultra teknolojili makineyi Brezilya’ya satmış; Brezilya’da monte edilmiş olan cihaza yazılım yüklemesi gerekiyor ve Brezilya’ya İzmir’deki internet bağlantısının kalitesizliği ile yazılımı bir türlü gönderemiyor. Türkiye, ‘2023 hedefleri’ne soyunuyor; ama henüz ‘sanal otoyolları’ hazır değil, teknolojik alt yapı yetersiz.

ÜLKELER İÇİN ÖNCELİK ‘SANAL OTOYOL’

13.5 yıllık kalkınma planı çalışmalarını yeni bitirmiş olan Çin, 2020’ye kadar uygulanacak yeni planla, teknoloji ve internet alanında etkin bir rol oynamaya soyunuyor. ‘Internet Plus’ adı verilen 13. Kalkınma Planı, çip materyalleri, robotik, havacılık ekipmanları ve uydular gibi birçok alanda yatırımları öngörüyor. Internet Plus’ın bir parçası olarak Çin, GSYH’sının yüzde 2.5’ini bu yatırımlara aktarmayı planlıyor. Bu oran önceki 5 yıllık kalkınma planında yüzde 2.1’miş. Yani, Çin 275 milyar dolarlık bir yatırım hamlesine giriyor. Çin, bu hamleyle teknoloji alanında dışa bağımlılığı azaltacak; yerel teknoloji şirketlerine destek verecek. Internet Plus ile büyük şehirlere 100 Mbps internet hızı sağlanması hedeflenirken, toplam nüfusun yüzde 98’inin de internete erişimi sağlanacak. Bizde indirme hızı 3.5 Mbps, yükleme hızı 1.0 Mbps. Yani, Türkiye’de Mars’a ulaşmak için yolcu uçağı kullanıyoruz. Türkiye inovasyondan söz ediyor; yüksek katma değer üretmekten söz ediyor; Ar-Ge desteklerini konuşuyoruz. Ama tüm bu stratejik adımları atacak bilişim alt yapımız yok.

30 Mayıs 2016 Pazartesi

Etiketler : Köşe Yazısı

DOÇ. DR. ADNAN ERTEMEL

Dijital dünyanın bir sonraki büyük sıçraması, kendi kendine öğrenen yapay zeka ajanlarının devreye girmesiyle gerçekleşiyor. Bu ajanlar, klasik yapay zeka uygulamalarının aksine, insan müdahalesine gerek duymadan gelişebiliyor. Yani, insanın beslediği verilerle değil, otonom olarak öğrenme ve evrim geçirme kabiliyetine sahipler. Bu değişim, teknoloji, sağlık, finans gibi birçok sektörde büyük bir devrim yaratma potansiyeline sahip.

 

Kendi kendine öğrenen yapay zeka nasıl çalışır?

 

Bu ajanların en önemli özelliği, beyin yapısına benzer şekilde öğrenebilmesi. Sinir ağları ve derin öğrenme algoritmaları, deneyimlerden ders çıkarma yetisi kazandırıyor. Ayrıca, takviye öğrenme adı verilen bir süreçle, ajanlar deneme-yanılma yöntemiyle performanslarını sürekli iyileştiriyor. Evrimsel algoritmalar da ajanların doğal seleksiyon gibi en verimli stratejileri zamanla seçmesine olanak tanıyor.

 

OTONOM YAPAY ZEKA İLE İNSAN İŞBİRLİĞİ

 

Bu yeni yapay zeka nesli, yalnızca görevleri yerine getirmekle kalmıyor; aynı zamanda insanlarla birlikte çalışarak, yeni çevrelere ve zorluklara uyum sağlayabiliyor. Bu ajanlar, veri analizi ve karar verme süreçlerinde insan girdisine daha az ihtiyaç duyarak işletmelere zaman ve kaynak tasarrufu sağlıyor.

 

Bu teknoloji sayesinde müşteri hizmetlerinde kullanılan chatbotlar da etkileşimler yoluyla kendilerini geliştirerek daha etkili ve verimli hale getirecek. Ayrıca, akıllı şehirler ve enerji yönetimi gibi alanlarda gerçek zamanlı veri analizlerine dayalı iyileştirmeler yapmaları mümkün hale geliyor.

 

Kendi kendine öğrenen yapay zeka ajanları sayesinde müzik, sanat ve edebiyat gibi yaratıcı alanlarda izleyici geri bildirimlerine göre evrilen eserler üretebilecek. Kişisel asistanlar ise kullanıcılarının tercihlerini öğrenerek, onları bir adım önceden tahmin edebilecek. Bu teknolojilerin bağımsız gelişme yetenekleri, sorumluluk ve etikle ilgili birçok soruyu da beraberinde getiriyor. Otonom yapay zekanın yanlış kararları kimin sorumluluğunda olacak? Yapay zekanın edindiği önyargılar nasıl kontrol edilecek? Ayrıca, bu ajanların iş dünyasında insanları yerinden etme potansiyeli nasıl yönetilmeli?

 

Kendi kendine öğrenen yapay zeka ajanlarının insan zekasını belirli alanlarda aşma potansiyeli oldukça heyecan verici. Ancak, bu gelişimin insan değerleri ve toplumsal hedeflerle uyumlu ilerlemesi için denetim mekanizmalarının kurulması gerekiyor. Yapay zeka, her ne kadar bağımsız bir gelişim gösterebilse de geleceğin insan ve yapay zeka işbirliğinde şekilleneceği açık.

 

Bu yeni yapay zeka çağı, teknolojinin sınırlarını yeniden belirlerken, insan yaratıcılığı ile yapay zekanın hesaplama gücü arasındaki işbirliği, dijital dünyada büyük dönüşümlere neden olacak.


adnan.ertemel@gmail.com

21 Ekim 2024 Pazartesi

PROF. DR. AHMET EMRE BİLGİLİ

Bilindiği üzere dünya genelinde kutlanan çok sayıda ‘gün’ bulunuyor. Bunların tümüne birden farkındalık günü diyoruz. 

 

Alenileştirilen niyet bu. Arka planı hakkında birçok şey söylenebilir elbette. Bunların en yaygın ve anlamlı olanı ‘Öğretmenler Günü’nden en anlamsızlardan biri olan ‘Dünya Pizza Günü’ne kadar yılın tüm günlerinin doldurulduğu bir ortamdayız. Buna muhalif olarak ‘Dünya Lahmacun Günü’ önerisi getirecek değiliz. Genel olarak; doktorlar günü gibi meslek günü, dünya barış günü gibi küresel günler, Noel gibi dini günler, Anzak Günü gibi tarihi anı günleri, Çocuk Hakları Günü gibi özel ilgi alanları ve Dünya Kanser Günü gibi sağlık günleri türünden farklı kategorileri bulunuyor. 

 

Dünyada bu alanda bir salgın aldı başını gidiyor. Farkındalık oluşturmadan öte iktisadi boyutu öne çıktığı için de ticari kuruluşlar bu durumu tetikleyip duruyor. Yani aslında işin suyu çıkmış durumda. Hakikaten 365 gün içinde boşu kalmadı, yeni bir gün icat edecek olsanız biriyle mutlaka çakışacaksınız. İyi niyetle yola çıkan ve hakikaten farkındalık oluşturmayı hedefleyenler de ticari yanının gücü karşısında pes etmiş durumda. Dünya Gülümseme Günü türünden iktisadi yanı olmayan birkaç masum günün dışında tümü bu çemberin içinde olmaya mahkûm maalesef.

 

*           *           *

 

Bu gidişatın psikolojik ve sosyolojik boyutunu, bunun oluşturduğu tehlikeleri kimsenin düşündüğü ve tedbir geliştirdiği yok. Herkes ticari boyutunun kurbanı olmuş durumda, zira sektörler çalışıyor. Her güne özel bir anlam yüklenmesi, bireyde oluşturduğu duygusal yük ve özellikle sosyal medya üzerinden sürekli bir şeyleri kutlamak, hatırlamak veya farkındalık oluşturmak zorunda kalmak, stres, tükenmişlik ve baskı hislerine yol açıyor. Başka bir taraftan özel günlerin fazla olması, bu günlerin değerini yitirmesine sebep oluyor. Çok fazla gün olduğunda, insanlar hangi günün gerçekten önemli olduğuna odaklanmakta zorlanıyorlar. 

 

Bu da insanların bu günlere karşı duyarsızlaşmasına neden oluyor. Bazı özel günler ise iyice ticari hale geldiğinden (Sevgililer Günü, Babalar Günü gibi) özellikle maddi açıdan zorluklar yaşayanlar için kaygı ve stres biriktiriyor.

 

Batı kökenli günler ise küreselleşmenin artışı ile farklı kültürlere yayılarak bu toplumların yerel değerleri üzerinde baskın hale geliyor, kendi normlarını ve değerlerini daha zayıf topluluklara dayatarak küresel düzeyde hegemonya kuruyorlar. Bu da istenmedik bir durum olan kültürel çeşitliliğin azalmasıyla neticeleniyor.

 

*           *           *

 

Diğer husus ise sosyal medya platformlarının, günlerin kutlanmasını neredeyse zorunlu hale getirmesidir. Ritüeller, bir toplumun kolektif bilincini pekiştiren önemli unsurlar olsa da aşırı tekrarlandıklarında veya ticarileştiklerinde bu anlamı kaybetme riskini taşıyor. Böylece bu tür günler sıradanlaşarak sembolik anlamlarını bir ölçüde yitirmiyor. Sosyolojik açıdan ise yılın her gününün bir özel günle dolu olması, bireyler ve toplumlar arasındaki ilişkileri, tüketim alışkanlıklarını, kimlik ve aidiyet duygularını, hatta toplumsal normları ve kültürel dinamikleri doğrudan etkiliyor. 

 

Peki, negatifliğin daha çok olduğu bu durumda birey ve toplum olarak makuliyeti nasıl sağlarız? Bu işin tehlikelerinden nasıl korunuruz? Bu soruların kısa cevabı; kendimiz için en anlamlı ve değerli olan günleri tercih ederek bu günlere odaklanabilir, her günü kutlamak zorunda hissetmek yerine, gerçekten önemli bulduğumuz günlere katılım gösterme yolunu seçebiliriz. Bu doğrultuda tüketime dayalı kutlamalardan kaçınarak manevi, kişisel ve sade kutlamalara yönelmek gibi makul olanı tercih edebiliriz. Bir başka boyut ise küreselleşmenin etkisiyle özellikle Batı kaynaklı günlerin dünyanın her yerinde yaygınlaşması, yerel kültürlerin erozyona uğramasına sebep oluyor ve kültürel çeşitliliğe saygı duymak, yerel günleri ve ritüelleri korumak, kültürel mirasın devamlılığı açısından önemli tehdit oluşturuyor.

 

Şairin söylediği gibi yolun sonu görünmüyor. Bizde bir gün icat edelim mantığıyla karmaşa ve anlamsızlık iyice artıyor. Bu durum bireyin ve toplumun mücadele gücünü ise aşıyor, ticari döngünün esiri olup çıkıyoruz. Makuliyeti yakalamaktan başka çare de yok. 

21 Ekim 2024 Pazartesi