tatil-sepeti

PROF. DR. AHMET EMRE BİLGİLİ

Açıkça söylemek gerekirse; Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki Karabağ savaşındaTürkiye’nin oynadığı aktif rol ve fiili yardım, iki ülke insanı arasında var olan yakınlığı müthiş bir şekilde artırdı. Yine açıkça söylemek gerekirse, Türkiye ile Azerbaycan arasındaki ilişkilere yönelik en önemli eleştiri; ‘söz çok, icraat yok’ veya ‘işin sadece edebiyatını yaparlar’ şeklinde özetleyebileceğimiz negatif çağrışımdır. Bu durum maalesef, yaygın bir anlayış haline gelmiş ve iki ülke arasında bir şekilde ilişkide olan çoğu kimsenin kuvvetle yakındığı bir husustur. Diğer yakınılan bir husus ise ‘işi bürokrasiye boğarlar, ilerleme çok ağır olur’ yargısıdır.

Bu yaklaşımdan gerçekçi olarak dostluk adına davranan hiç kimsenin bir memnuniyeti olamaz. Ancak bu oyalama taktiğinden iki ülke arasında daimi bir dostluk istemeyen gizli düşmanların bir çıkarı olabilir. Onlar doğal olarak ilişkinin bu şekilde devamından yana olurlar. Klasik hale gelen FETÖ taktiği budur. Bu yüzden iki tarafın da bu konuda duyarlı olmaları beklenir.

Kötü niyetlilerin eli, ancak bu şekilde duyarlılık göstererekboşa çıkarılabilir.Hepimizin bildiği önemli bir hususu hatırlayalım. Dostlukların sağlam kurulması ve uzun yaşaması için en önemli işbirliği alanı eğitimdir. Bu ilişki sağlam temellere dayalı kurulursa her iki tarafta da hem dostluklar pekişir hem de çok yararlı çıktıları olur. Zira eğitim; birey üzerinden aile ve toplumu, bu ise devleti etkiler.
Bu durum aynı zamanda iki devletin de çıkarına olan uzun bir süreci planlamak ve yönetmektir.

EĞİTİMDE ATAĞA GEÇMEK

Bu karşılıklı memnuniyetsizlik doğuran hususu tedavülden kaldırmak iki tarafın ortak gayreti ile mümkün. Azerbaycan-Ermenistan savaşındaki fiili dostluğumuzu vesile kılarak ‘iki devlet, tek millet’ anlayışının içi boş bir husus olmadığı somut olarak gösterilmiş oldu. Şimdi buradan hareketle ve çok hızlı bir şekilde eğitim üzerinden ilişkileri geliştirecek somut adımlar atmanın tam zamanıdır.
İki ülke açısından eğitimin bütün aşamalarında atağa geçmek için önümüzde hiçbir engel yok ve aksine ortam çok uygun.

Dolayısıyla bu alandaki ilişkilerimizi hızlı bir şekilde geliştirmek için her iki tarafın da üstün bir gayret sarfetmesi gerekir. Özellikle Maarif Vakfı, seçkin okullar zincirine Azerbaycan’ı ekleyebilir ve çalışmalarına burada hızlı bir şekilde başlayabilir. Bu, iki ülke açısından son derece önemli ve anlamlı bir adımdır. Nitelikli eğitim bağı ile kurulacak ilişki daimi olur. Aslında Maarif Vakfı’nın eğitim alanındaki dünya tecrübesi Azerbaycan için de önemli ve seçkin bir kazanım sayılır.

YÜKSEKÖĞRETİMDE İŞBİRLİĞİ

Gelelim asıl meseleye. Bilindiği üzere ülkemizin bazı devletlerle ortaklaşa kurduğu üniversiteler var. Bunların bir kısmı gelişmiş ülkeler; Almanya, Japonya gibi. Bunun yanında Kazakistan ve Kırgızistan ile de ortak üniversitemiz var. Bunlara ilaveten Azerbaycan Türkiye Üniversitesi çok uygun düşer. Madem ki iki devlet, tek millet felsefesi en çok iki ülke arasında söz konusu. O halde yüksek öğretim alanında işbirliğine gitmektaraflar için vazgeçilmez bir zorunluluk. Türkiye’nin yüksek öğretim alanında ciddi bir deneyime ve yetişmiş insan kaynağına sahip bulunması Azerbaycan için de önemli bir fırsat. Bu fırsatı değerlendirmek her iki ülkenin de yararınadır. Ülkemizdeki Azerbaycanlı öğrencilerin sayısını bile artırır. Üstelik dil konusunda rahatlıkla anlaşılacağı için de hiçbir zorluk çekilmez. Bu da eğitim açısından önemli bir avantaj sayılır.

Laftan öteye geçmiş olmanın en önemli inandırıcılığı, eğitimle ilgili somut adımlar atmaktır.Eğitim üzerinden her türden işbirliği, uzun soluklu ve gerçekçi kazanımlar ortaya çıkarır. Bu konuda yeni bir model de denenebilir. Öğrenimin yarısı Türkiye’de, yarısı Azerbaycan’da olabilir. Böylelikle her iki taraftan gelen öğrenciler iki ülkenin eğitim ve kültürel imkanlarından istifade etmiş olurlar.

Bu da öğrenciler açısından ayrı ve zengin bir kazanım sayılır. İki ülkeyi daha çok birbirine yakınlaştırır. Bu vesile ile Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Başkanı Prof. Dr. Turan Yazgan Hoca’yı yıllar önce Azerbaycan’da başlattığı eğitim çalışmalarını hatırlayarak rahmetle anmış olalım.

04 Aralık 2020 Cuma

Etiketler : Köşe Yazısı

DOÇ. DR. ADNAN ERTEMEL

Dijital dünyanın bir sonraki büyük sıçraması, kendi kendine öğrenen yapay zeka ajanlarının devreye girmesiyle gerçekleşiyor. Bu ajanlar, klasik yapay zeka uygulamalarının aksine, insan müdahalesine gerek duymadan gelişebiliyor. Yani, insanın beslediği verilerle değil, otonom olarak öğrenme ve evrim geçirme kabiliyetine sahipler. Bu değişim, teknoloji, sağlık, finans gibi birçok sektörde büyük bir devrim yaratma potansiyeline sahip.

 

Kendi kendine öğrenen yapay zeka nasıl çalışır?

 

Bu ajanların en önemli özelliği, beyin yapısına benzer şekilde öğrenebilmesi. Sinir ağları ve derin öğrenme algoritmaları, deneyimlerden ders çıkarma yetisi kazandırıyor. Ayrıca, takviye öğrenme adı verilen bir süreçle, ajanlar deneme-yanılma yöntemiyle performanslarını sürekli iyileştiriyor. Evrimsel algoritmalar da ajanların doğal seleksiyon gibi en verimli stratejileri zamanla seçmesine olanak tanıyor.

 

OTONOM YAPAY ZEKA İLE İNSAN İŞBİRLİĞİ

 

Bu yeni yapay zeka nesli, yalnızca görevleri yerine getirmekle kalmıyor; aynı zamanda insanlarla birlikte çalışarak, yeni çevrelere ve zorluklara uyum sağlayabiliyor. Bu ajanlar, veri analizi ve karar verme süreçlerinde insan girdisine daha az ihtiyaç duyarak işletmelere zaman ve kaynak tasarrufu sağlıyor.

 

Bu teknoloji sayesinde müşteri hizmetlerinde kullanılan chatbotlar da etkileşimler yoluyla kendilerini geliştirerek daha etkili ve verimli hale getirecek. Ayrıca, akıllı şehirler ve enerji yönetimi gibi alanlarda gerçek zamanlı veri analizlerine dayalı iyileştirmeler yapmaları mümkün hale geliyor.

 

Kendi kendine öğrenen yapay zeka ajanları sayesinde müzik, sanat ve edebiyat gibi yaratıcı alanlarda izleyici geri bildirimlerine göre evrilen eserler üretebilecek. Kişisel asistanlar ise kullanıcılarının tercihlerini öğrenerek, onları bir adım önceden tahmin edebilecek. Bu teknolojilerin bağımsız gelişme yetenekleri, sorumluluk ve etikle ilgili birçok soruyu da beraberinde getiriyor. Otonom yapay zekanın yanlış kararları kimin sorumluluğunda olacak? Yapay zekanın edindiği önyargılar nasıl kontrol edilecek? Ayrıca, bu ajanların iş dünyasında insanları yerinden etme potansiyeli nasıl yönetilmeli?

 

Kendi kendine öğrenen yapay zeka ajanlarının insan zekasını belirli alanlarda aşma potansiyeli oldukça heyecan verici. Ancak, bu gelişimin insan değerleri ve toplumsal hedeflerle uyumlu ilerlemesi için denetim mekanizmalarının kurulması gerekiyor. Yapay zeka, her ne kadar bağımsız bir gelişim gösterebilse de geleceğin insan ve yapay zeka işbirliğinde şekilleneceği açık.

 

Bu yeni yapay zeka çağı, teknolojinin sınırlarını yeniden belirlerken, insan yaratıcılığı ile yapay zekanın hesaplama gücü arasındaki işbirliği, dijital dünyada büyük dönüşümlere neden olacak.


adnan.ertemel@gmail.com

21 Ekim 2024 Pazartesi

PROF. DR. AHMET EMRE BİLGİLİ

Bilindiği üzere dünya genelinde kutlanan çok sayıda ‘gün’ bulunuyor. Bunların tümüne birden farkındalık günü diyoruz. 

 

Alenileştirilen niyet bu. Arka planı hakkında birçok şey söylenebilir elbette. Bunların en yaygın ve anlamlı olanı ‘Öğretmenler Günü’nden en anlamsızlardan biri olan ‘Dünya Pizza Günü’ne kadar yılın tüm günlerinin doldurulduğu bir ortamdayız. Buna muhalif olarak ‘Dünya Lahmacun Günü’ önerisi getirecek değiliz. Genel olarak; doktorlar günü gibi meslek günü, dünya barış günü gibi küresel günler, Noel gibi dini günler, Anzak Günü gibi tarihi anı günleri, Çocuk Hakları Günü gibi özel ilgi alanları ve Dünya Kanser Günü gibi sağlık günleri türünden farklı kategorileri bulunuyor. 

 

Dünyada bu alanda bir salgın aldı başını gidiyor. Farkındalık oluşturmadan öte iktisadi boyutu öne çıktığı için de ticari kuruluşlar bu durumu tetikleyip duruyor. Yani aslında işin suyu çıkmış durumda. Hakikaten 365 gün içinde boşu kalmadı, yeni bir gün icat edecek olsanız biriyle mutlaka çakışacaksınız. İyi niyetle yola çıkan ve hakikaten farkındalık oluşturmayı hedefleyenler de ticari yanının gücü karşısında pes etmiş durumda. Dünya Gülümseme Günü türünden iktisadi yanı olmayan birkaç masum günün dışında tümü bu çemberin içinde olmaya mahkûm maalesef.

 

*           *           *

 

Bu gidişatın psikolojik ve sosyolojik boyutunu, bunun oluşturduğu tehlikeleri kimsenin düşündüğü ve tedbir geliştirdiği yok. Herkes ticari boyutunun kurbanı olmuş durumda, zira sektörler çalışıyor. Her güne özel bir anlam yüklenmesi, bireyde oluşturduğu duygusal yük ve özellikle sosyal medya üzerinden sürekli bir şeyleri kutlamak, hatırlamak veya farkındalık oluşturmak zorunda kalmak, stres, tükenmişlik ve baskı hislerine yol açıyor. Başka bir taraftan özel günlerin fazla olması, bu günlerin değerini yitirmesine sebep oluyor. Çok fazla gün olduğunda, insanlar hangi günün gerçekten önemli olduğuna odaklanmakta zorlanıyorlar. 

 

Bu da insanların bu günlere karşı duyarsızlaşmasına neden oluyor. Bazı özel günler ise iyice ticari hale geldiğinden (Sevgililer Günü, Babalar Günü gibi) özellikle maddi açıdan zorluklar yaşayanlar için kaygı ve stres biriktiriyor.

 

Batı kökenli günler ise küreselleşmenin artışı ile farklı kültürlere yayılarak bu toplumların yerel değerleri üzerinde baskın hale geliyor, kendi normlarını ve değerlerini daha zayıf topluluklara dayatarak küresel düzeyde hegemonya kuruyorlar. Bu da istenmedik bir durum olan kültürel çeşitliliğin azalmasıyla neticeleniyor.

 

*           *           *

 

Diğer husus ise sosyal medya platformlarının, günlerin kutlanmasını neredeyse zorunlu hale getirmesidir. Ritüeller, bir toplumun kolektif bilincini pekiştiren önemli unsurlar olsa da aşırı tekrarlandıklarında veya ticarileştiklerinde bu anlamı kaybetme riskini taşıyor. Böylece bu tür günler sıradanlaşarak sembolik anlamlarını bir ölçüde yitirmiyor. Sosyolojik açıdan ise yılın her gününün bir özel günle dolu olması, bireyler ve toplumlar arasındaki ilişkileri, tüketim alışkanlıklarını, kimlik ve aidiyet duygularını, hatta toplumsal normları ve kültürel dinamikleri doğrudan etkiliyor. 

 

Peki, negatifliğin daha çok olduğu bu durumda birey ve toplum olarak makuliyeti nasıl sağlarız? Bu işin tehlikelerinden nasıl korunuruz? Bu soruların kısa cevabı; kendimiz için en anlamlı ve değerli olan günleri tercih ederek bu günlere odaklanabilir, her günü kutlamak zorunda hissetmek yerine, gerçekten önemli bulduğumuz günlere katılım gösterme yolunu seçebiliriz. Bu doğrultuda tüketime dayalı kutlamalardan kaçınarak manevi, kişisel ve sade kutlamalara yönelmek gibi makul olanı tercih edebiliriz. Bir başka boyut ise küreselleşmenin etkisiyle özellikle Batı kaynaklı günlerin dünyanın her yerinde yaygınlaşması, yerel kültürlerin erozyona uğramasına sebep oluyor ve kültürel çeşitliliğe saygı duymak, yerel günleri ve ritüelleri korumak, kültürel mirasın devamlılığı açısından önemli tehdit oluşturuyor.

 

Şairin söylediği gibi yolun sonu görünmüyor. Bizde bir gün icat edelim mantığıyla karmaşa ve anlamsızlık iyice artıyor. Bu durum bireyin ve toplumun mücadele gücünü ise aşıyor, ticari döngünün esiri olup çıkıyoruz. Makuliyeti yakalamaktan başka çare de yok. 

21 Ekim 2024 Pazartesi