tatil-sepeti

Dr. İlhami Fındıkçı

Yoğun bir çaba sonucu kuruluş dönemini başarıyla gerçekleştiren aile şirketi, kurucunun otoritesiyle hızla gelişir ve büyür. Artan maddi zenginlik ile refah aşamasına ulaşan aile ve kurum, duraklama dönemine girer.

İbn-i Haldun’un, aile şirketlerine uyarlamaya çalıştığımız devletin kuruluşundan yıkılışına kadarki aşamalarından dördüncüsü olan duraklama dönemi; gelişmenin yavaşladığı ve durduğu, hissedarların ‘biz artık olduk’ dedikleri dönemdir. Bu dönemde insanüstü bir çalışma ile kurulan ve hızla büyüyen şirketin gelişmesinin arkasındaki görünmez değerler, erimeye başlar. Bunun temel nedeni, varlığın insanı bozan etkisiyle kişilerin, maddi zenginliği içselleştirememesi ve yönetememesidir.
Aile şirketinin duraklama döneminde olduğunun bazı belirtileri şunlardır: Kuruluş ve gelişme dönemlerindeki heyecan, biz ve birlik duygusu azalır, ben duygusu öne çıkar, kurucu liderin otoritesi zayıflar, aile üyeleri maddi varlığı, statüyü ve şöhreti, işin ve kurumun önüne geçirir. Aile ve işletmede iletişim sorunları artar ve çalışanlara yansır, motivasyon düşer, kurumun üretim, hizmet, ciro, kârlılık gibi sayısal verileri durağanlaşır, eski başarılar sık sık konuşulur, hissedarlar ve yeni kuşakların davranışlarında kimi aşırılıklar başlar, aile ve kurumu başarıya taşıyan disiplin zayıflar.

Duraklama dönemindeki aile şirketi, iki seçenekle karşı karşıyadır. Duraklamayı kabullenir ve bununla yaşamaya alışır ki bu alışma, çöküşün habercisidir. Yahut bir arayış içine girer ve yeni heyecanlar oluşturmaya çalışır. Bu, aile ve kurumun mevcut maddi konumunun kaynağı olan mana değerlerini yeniden güçlendirmenin arayışıdır. Bu amaçla bir kurumsallaşma çabasına giren aile şirketi; organizasyon şemaları, görev tanımları, toplantı düzenleri, kişilik analizleri, eğitimler, yetki ve sorumlulukların netleştirilmesi, yeni kuşakların kurumla ilişkilerinin tanımlanması ve daha da önemlisi aile şirketi anayasası gibi uygulamalarla yitirdiği düzeni yeniden yakalamaya çalışır. Duygu kökenli aile ile mantık kökenli şirket arasındaki ilişkileri tanımlar.

AİLENİN DEĞERLERİ

Kuruluşundan bu yana yazılı olmayan kurallarla yönetilen, ailenin gelenek ve kültürünün belirleyici olduğu aile şirketi; ya özünde adaletin yer aldığı yazılı kurallara emanet olacaktır ya da bireylerin birbirleriyle uğraştığı, liderlik mücadelelerinin yaşandığı, harcamaların çoğalıp gelirlerin azaldığı atalete alışacak, giderek gücünü yitirecek ve belirsiz bir döneme girecektir.

İsraf, bozulma ve yıkılma dönemi, aile şirketinin girdiği çıkmazdan kurtulamadığı son yaşam evresidir. Bu dönemin karakteristik özelliği, ailenin ve kurumun birlikte bozulmaya ve yıkılmaya başlamasıdır. Aile üyeleri, yoğun bir harcama ve israf yarışına girer. Kuruluş ve gelişme dönemindeki özveri ve işletmeye katkıda bulunma heyecanı, yerini hiç düşünmeden kurumu kullanma yarışına bırakır.

‘BEN’ TAKINTISI

Güvensizlik, aile şirketinde yıkılmanın fişeğidir. Aileyi başarıya taşıyan kardeşlik, erdem, adalet ve dayanışma ruhu, yerini ortakların kişisel çıkarlarına; kurucu lidere itaat yerini liderlik mücadelelerine; ‘asıl olan kişisel kazanç değil işin büyümesidir’ anlayışı yerini yüksek maaşlara, kâr paylarına, arabalara, evlere, yüksek ev harcamalarına; aile ve kurumun değerleriyle yetişen yeni kuşakların disiplini, yerini çocukların bitmek bilmeyen isteklerine bırakmıştır. Kuruluş ve gelişme dönemlerinde bilgiye ve danışmanlara duyulan hürmet azalmıştır. Çünkü hissedarlarda, ‘biz başardık, biz biliriz’ düşüncesi hâkim olmuştur.

Elbette her sosyal sistem bir gün yok olacaktır. Ancak aile şirketinin ömrünü uzatmak mümkündür. Bunun için ailenin ve şirketin maddi varlığının gölgesinde kalan mana değerlerinin güçlü tutulması ve yazılı kurallara bağlanması şarttır.

Birbirlerinin dertleriyle dertlenmeye devam eden, adalet ve ahlak olgunluğundan ödün vermeyen, birbirlerine inançlarını yitirmeyen, gönlünü ötekinin acısını hissetmeye odaklayan ve nihayet ‘ben’ takıntısına girmeyen aile üyeleri, kendilerinin ve aile şirketlerinin değer odaklı sürdürülebilir yaşamına ciddi katkı sağlamış olurlar.

30 Temmuz 2021 Cuma

Etiketler : Köşe Yazısı

DOÇ. DR. ADNAN ERTEMEL

Dijital dünyanın bir sonraki büyük sıçraması, kendi kendine öğrenen yapay zeka ajanlarının devreye girmesiyle gerçekleşiyor. Bu ajanlar, klasik yapay zeka uygulamalarının aksine, insan müdahalesine gerek duymadan gelişebiliyor. Yani, insanın beslediği verilerle değil, otonom olarak öğrenme ve evrim geçirme kabiliyetine sahipler. Bu değişim, teknoloji, sağlık, finans gibi birçok sektörde büyük bir devrim yaratma potansiyeline sahip.

 

Kendi kendine öğrenen yapay zeka nasıl çalışır?

 

Bu ajanların en önemli özelliği, beyin yapısına benzer şekilde öğrenebilmesi. Sinir ağları ve derin öğrenme algoritmaları, deneyimlerden ders çıkarma yetisi kazandırıyor. Ayrıca, takviye öğrenme adı verilen bir süreçle, ajanlar deneme-yanılma yöntemiyle performanslarını sürekli iyileştiriyor. Evrimsel algoritmalar da ajanların doğal seleksiyon gibi en verimli stratejileri zamanla seçmesine olanak tanıyor.

 

OTONOM YAPAY ZEKA İLE İNSAN İŞBİRLİĞİ

 

Bu yeni yapay zeka nesli, yalnızca görevleri yerine getirmekle kalmıyor; aynı zamanda insanlarla birlikte çalışarak, yeni çevrelere ve zorluklara uyum sağlayabiliyor. Bu ajanlar, veri analizi ve karar verme süreçlerinde insan girdisine daha az ihtiyaç duyarak işletmelere zaman ve kaynak tasarrufu sağlıyor.

 

Bu teknoloji sayesinde müşteri hizmetlerinde kullanılan chatbotlar da etkileşimler yoluyla kendilerini geliştirerek daha etkili ve verimli hale getirecek. Ayrıca, akıllı şehirler ve enerji yönetimi gibi alanlarda gerçek zamanlı veri analizlerine dayalı iyileştirmeler yapmaları mümkün hale geliyor.

 

Kendi kendine öğrenen yapay zeka ajanları sayesinde müzik, sanat ve edebiyat gibi yaratıcı alanlarda izleyici geri bildirimlerine göre evrilen eserler üretebilecek. Kişisel asistanlar ise kullanıcılarının tercihlerini öğrenerek, onları bir adım önceden tahmin edebilecek. Bu teknolojilerin bağımsız gelişme yetenekleri, sorumluluk ve etikle ilgili birçok soruyu da beraberinde getiriyor. Otonom yapay zekanın yanlış kararları kimin sorumluluğunda olacak? Yapay zekanın edindiği önyargılar nasıl kontrol edilecek? Ayrıca, bu ajanların iş dünyasında insanları yerinden etme potansiyeli nasıl yönetilmeli?

 

Kendi kendine öğrenen yapay zeka ajanlarının insan zekasını belirli alanlarda aşma potansiyeli oldukça heyecan verici. Ancak, bu gelişimin insan değerleri ve toplumsal hedeflerle uyumlu ilerlemesi için denetim mekanizmalarının kurulması gerekiyor. Yapay zeka, her ne kadar bağımsız bir gelişim gösterebilse de geleceğin insan ve yapay zeka işbirliğinde şekilleneceği açık.

 

Bu yeni yapay zeka çağı, teknolojinin sınırlarını yeniden belirlerken, insan yaratıcılığı ile yapay zekanın hesaplama gücü arasındaki işbirliği, dijital dünyada büyük dönüşümlere neden olacak.


adnan.ertemel@gmail.com

21 Ekim 2024 Pazartesi

PROF. DR. AHMET EMRE BİLGİLİ

Bilindiği üzere dünya genelinde kutlanan çok sayıda ‘gün’ bulunuyor. Bunların tümüne birden farkındalık günü diyoruz. 

 

Alenileştirilen niyet bu. Arka planı hakkında birçok şey söylenebilir elbette. Bunların en yaygın ve anlamlı olanı ‘Öğretmenler Günü’nden en anlamsızlardan biri olan ‘Dünya Pizza Günü’ne kadar yılın tüm günlerinin doldurulduğu bir ortamdayız. Buna muhalif olarak ‘Dünya Lahmacun Günü’ önerisi getirecek değiliz. Genel olarak; doktorlar günü gibi meslek günü, dünya barış günü gibi küresel günler, Noel gibi dini günler, Anzak Günü gibi tarihi anı günleri, Çocuk Hakları Günü gibi özel ilgi alanları ve Dünya Kanser Günü gibi sağlık günleri türünden farklı kategorileri bulunuyor. 

 

Dünyada bu alanda bir salgın aldı başını gidiyor. Farkındalık oluşturmadan öte iktisadi boyutu öne çıktığı için de ticari kuruluşlar bu durumu tetikleyip duruyor. Yani aslında işin suyu çıkmış durumda. Hakikaten 365 gün içinde boşu kalmadı, yeni bir gün icat edecek olsanız biriyle mutlaka çakışacaksınız. İyi niyetle yola çıkan ve hakikaten farkındalık oluşturmayı hedefleyenler de ticari yanının gücü karşısında pes etmiş durumda. Dünya Gülümseme Günü türünden iktisadi yanı olmayan birkaç masum günün dışında tümü bu çemberin içinde olmaya mahkûm maalesef.

 

*           *           *

 

Bu gidişatın psikolojik ve sosyolojik boyutunu, bunun oluşturduğu tehlikeleri kimsenin düşündüğü ve tedbir geliştirdiği yok. Herkes ticari boyutunun kurbanı olmuş durumda, zira sektörler çalışıyor. Her güne özel bir anlam yüklenmesi, bireyde oluşturduğu duygusal yük ve özellikle sosyal medya üzerinden sürekli bir şeyleri kutlamak, hatırlamak veya farkındalık oluşturmak zorunda kalmak, stres, tükenmişlik ve baskı hislerine yol açıyor. Başka bir taraftan özel günlerin fazla olması, bu günlerin değerini yitirmesine sebep oluyor. Çok fazla gün olduğunda, insanlar hangi günün gerçekten önemli olduğuna odaklanmakta zorlanıyorlar. 

 

Bu da insanların bu günlere karşı duyarsızlaşmasına neden oluyor. Bazı özel günler ise iyice ticari hale geldiğinden (Sevgililer Günü, Babalar Günü gibi) özellikle maddi açıdan zorluklar yaşayanlar için kaygı ve stres biriktiriyor.

 

Batı kökenli günler ise küreselleşmenin artışı ile farklı kültürlere yayılarak bu toplumların yerel değerleri üzerinde baskın hale geliyor, kendi normlarını ve değerlerini daha zayıf topluluklara dayatarak küresel düzeyde hegemonya kuruyorlar. Bu da istenmedik bir durum olan kültürel çeşitliliğin azalmasıyla neticeleniyor.

 

*           *           *

 

Diğer husus ise sosyal medya platformlarının, günlerin kutlanmasını neredeyse zorunlu hale getirmesidir. Ritüeller, bir toplumun kolektif bilincini pekiştiren önemli unsurlar olsa da aşırı tekrarlandıklarında veya ticarileştiklerinde bu anlamı kaybetme riskini taşıyor. Böylece bu tür günler sıradanlaşarak sembolik anlamlarını bir ölçüde yitirmiyor. Sosyolojik açıdan ise yılın her gününün bir özel günle dolu olması, bireyler ve toplumlar arasındaki ilişkileri, tüketim alışkanlıklarını, kimlik ve aidiyet duygularını, hatta toplumsal normları ve kültürel dinamikleri doğrudan etkiliyor. 

 

Peki, negatifliğin daha çok olduğu bu durumda birey ve toplum olarak makuliyeti nasıl sağlarız? Bu işin tehlikelerinden nasıl korunuruz? Bu soruların kısa cevabı; kendimiz için en anlamlı ve değerli olan günleri tercih ederek bu günlere odaklanabilir, her günü kutlamak zorunda hissetmek yerine, gerçekten önemli bulduğumuz günlere katılım gösterme yolunu seçebiliriz. Bu doğrultuda tüketime dayalı kutlamalardan kaçınarak manevi, kişisel ve sade kutlamalara yönelmek gibi makul olanı tercih edebiliriz. Bir başka boyut ise küreselleşmenin etkisiyle özellikle Batı kaynaklı günlerin dünyanın her yerinde yaygınlaşması, yerel kültürlerin erozyona uğramasına sebep oluyor ve kültürel çeşitliliğe saygı duymak, yerel günleri ve ritüelleri korumak, kültürel mirasın devamlılığı açısından önemli tehdit oluşturuyor.

 

Şairin söylediği gibi yolun sonu görünmüyor. Bizde bir gün icat edelim mantığıyla karmaşa ve anlamsızlık iyice artıyor. Bu durum bireyin ve toplumun mücadele gücünü ise aşıyor, ticari döngünün esiri olup çıkıyoruz. Makuliyeti yakalamaktan başka çare de yok. 

21 Ekim 2024 Pazartesi