Hakan  GÜLDAĞ

Hakan GÜLDAĞ

Diğer Yazıları

HAKAN GÜLDAĞ

Ünlü tarihçimiz Şehabeddin Tekindağ aktarıyor: “1509 yılında İstanbul’da yaşanan ve ‘küçük kıyamet’ olarak adlandırılan büyük depremden sonra Beyazıt, bir ‘at divanı’ toplayarak İstanbul’un yeniden imarını müzakere etti. Her 20 evden bir kişi göreve çağrılırken, her eve 20 akçelik bir vergi tarhına karar verildi. Anadolu’dan 37 bin, Rumeli’den ise 29 bin ücretli işçi tedarik edildi. Bu işçilerin yanı sıra 3 bin yapı ustası ve kalfası işe başladı. 11 bin kişi de kireç yakma ve diğer işler ile görevlendirildi. Mimar Murat oğlu Hayreddin nezaretinde başlayan inşaat 63 gün içinde tamamlandı. Son sarsıntıdan 6 buçuk ay sonra ise İstanbul, yeni baştan inşa ve imar edilmiş oldu.”

17 Ağustos 1999’da yaşanan Büyük Marmara depreminin üzerinden 22 yıl geçti. Bırakın İstanbul’u depreme dayanıklı biçimde yeniden imar etmeyi, neyi nasıl yapacağımıza bile doğru düzgün karar veremedik. Hemen her sene aynı şeyleri konuşuyoruz. Ve kime sorarsanız sorun, suç hep başkalarında...

Sadece deprem meselesi de değil...

Türkiye’de kişisel ve gündelik sorunlara, pratik çözümler bulma kültürü epey gelişmiş bir düzeyde. Ancak kabul edelim ki, sosyal ve ekonomik sorunların çözümü konusunda önemli zaaflarımız var.

Sakin tabiatlı bir padişah olan İkinci Beyazıt’tan alacağımız çok dersler olduğunu düşünüyorum.

Tabii ki, ne koşullar 1509’daki ile aynı, ne de İstanbul’un büyüklüğü...

Ama zaten benim de ders almaktan kastım, gösterilen kararlılık, dirayet, örgütlenme gücü ve hız ile ilgili… Herkesi tir tir titreten bir ‘kıyamet’ten sonra dahi ortaya konulan pozitif yaklaşım ve özgüvenle alakalı...

Bu hasletleri yeniden kazanmalıyız ki, 21. Yüzyılın ayağımıza kadar getirdiği avantajlardan yararlanabilelim.

***

Amerikalı psikolog Martin Selgman...

Çaresizliğin ve umutsuzluğun depresyon üzerinde etkisi konusundaki araştırmaları ile tanınıyor.

Seligman, 1970’li yıllarda bir grup köpeği kafeslerin içine kapattı. Arada bir de şok verdi. Köpeklerin ilk tepkisi, kafeslerden kurtulmak için var güçleri ile mücadele etmek oldu. Fakat sıkı sıkıya kapatılmış kafeslerden çıkamadılar. Çabalarının faydasız olduğunu gören köpekler, yere serilip kaldı. Ertesi gün Seligman’ın ekibi, kafeslerin kapısını köpeklerin kolayca kaçabileceği şekilde değiştirdi. Sonra hayvanlara yeniden şok verdi. Ancak deneyi yapanlar, bu kez köpeklerin üçte ikisinin kaçmayı denemek yerine içinde sızlanmayı tercih ettiklerine şahit oldu.

“Öğrenilmiş çaresizlik” olarak tanımlanan bu davranış insanda da görülüyor. Seligman’a göre, tehlikeli durumlarda bireyler önce tüm güçlerini kullanıp mücadele ediyor. Bu çabalardan bir sonuç alamayanlar ise çaresizliğin pençesine düşüyor. Öyle ki, sonradan elverişli bir ortam ya da daha olumlu koşullar ortaya çıksa da, öğrenilmiş çaresizlik insanın elini kolunu bağlıyor. Adeta ikinci bir tabiat haline geliyor.

***

Bugünkü sorunlarımızı aşmakta zorlanmamızın altında, biraz da süreç içerisinde iliklerimize işleyen bu davranış tarzı yatıyor. Çözüm girişimlerimizin başarısızlığa uğrayacağına daha işin başında inanıyoruz. Çözüm için attığımız her adım bize akıntıya kürek çekmek gibi geliyor. O zaman da, çözüm aramak yerine ‘dertleri zevk edinip’ hüzünlenmenin tadını çıkarıyoruz.
Ülke, sektör, firma... Bakın dikkat edin, hangi zeminde olursa olsun bu davranış biçimini benimsemiş olanların mazeret üretiminde de üstüne yok! Oysa, bir şeyleri hiç yapmamak veya eksik yapılan işleri hoş göstermek için üretilen bahaneler çözüm üretimine giden yolu kapatıyor. Aksaklıklar için bir mazeret bulduğumuzda belki biraz rahatlıyoruz. Suçun başkalarında olduğunu düşündüğümüzde de öyle...

Ama gelin görün ki, bu bizi kendi kendini besleyen bir kısır döngüye sürüklüyor. Çözüm peşinde koşmak yerine mazeretler uydurdukça, karamsarlık etrafımızı bir sis bulutu gibi sarıyor. ‘Suç başkalarında olduğuna göre, sorunlara çözüm bulma görevi de onlara düşer tabii’ diye düşünmek işimize geliyor. Ve eninde sonunda atalet tuzağına düşüyoruz.

***

Üç yıl önce bir ağustos ayında aramızdan ayrılan Prof. Dr. Güngör Uras, “Sanayileşecektik, Büyüyecektik N’oldu Bize?’ kitabının son bölümünde, “Çıkış yolu var. Her şey kötü diyerek kadere razı olamayız’ der ve şöyle devam eder: “Taka ile Atlantik geçilmez.

Taka önemlidir. Taka olmadan kıyı kıyı gezemezsiniz. Balık avlayamazsınız. Ama Atlantik Okyanusu’nu geçmek istiyorsanız mutlaka kocaman bir geminiz olması gerekir. Belli büyüklüğün altındaki gemiler okyanusun dalgalarına dayanamaz. KOBİ’ler, Anadolu müteşebbisi çok, çok, çok önemli işler yapıyor ama Türkiye’nin dünya güreş şampiyonasında mindere çıkabilmesi için büyük sermayeye, ekonomik büyüklükteki işletmelere, sanayi yatırımlarına ihtiyacı var.

Büyük diye bellediğimiz aile şirketlerinin, holdinglerin ve grupların bile sermaye birikimi yetersiz. Birikimleri ancak mevcut işletmeleri çevirmeye yetiyor. Yeni yatırımlara, yeni projelere ayırabilecekleri fonları kalmadı.

* Yabancı sermaye yatırım yapmak için gelmiyor.

* Banka sisteminde orta ve uzun vadeli krediye yöneltilebilecek likit fonları yok.

* Sermaye piyasasına akabilecek iç kaynak sınırlı. Dış fonlar gelmiyor.

* İçerideki tasarruflar vadesiz, likit olarak tutuluyor. Türk Lirası ve döviz likiditesi arasında geziyor.

İşte böyle bir ‘yapı’da taşlar yerinden oynayınca ne olur?

‘Aman başımıza dert açmayalım. Böyle gelmiş, böyle gitsin’ denilir.

Ya da, ‘Artık bu düzen değişmelidir. Yeni bir yapı kurulmalıdır’ denilir.

Yeni bir yapı kurmak kafa ister, yürek ister, bilek ister. Yeni bir yapı, ‘yepyeni bir kalkınma stratejisi, uzun vadeli planlama, plana uygun program’ demektir.

Bu yapılamadan bu ekonomi, bu halk, bu ülke düze çıkamaz. Düze çıkmak, ‘üretim kısırlığından’, ‘rantiyelikten’, ‘tembellikten’, ‘halk dalkavukluğundan’, ‘nemelazımcılıktan’, ‘gözlerimi kaparım vazifemi yaparımcılıktan’ kurtulmak demektir. Üretimin yolunu açmak, halkı ‘kadercilikten’ ‘üreticiliğe’ yöneltmek demektir. (...)

Başkaları nasıl sanayileşiyor ve büyüyorsa biz de büyürüz.

Bunun için ‘geçmişin tuzaklarından kurtulmaya, silkinmeye, çalışmaya’ mecburuz. Anadolu’da kamyonların arkasına yazılan bir deyim vardır:

‘Onu bunu kıskanma n’olur! Çalış senin de olur!’

NEGATİF BAKIŞ AÇISININ SONU ÇARESİZLİK...

Rahmetli Güngör Uras hocamız Türkiye’de pozitif gerçekçi düşünce tarzının en kıymetli temsilcilerinden
biriydi. Sorunları masaya yatırmakta, deyim yerindeyse didik didik etmekte, sakin ama kararlı biçimde eleştirmekte mahirdi. Ama iş çözüm aşamasına gelince her zaman pozitifti. Hayata, dünyaya ve ekonomiye ‘pozitif’ baktığımızda geleceğin risk ve fırsatlarını çok daha net görebileceğimizi savunurdu.

Negatif bakış açısının sonu çaresizlik... Negatif düşünce, riskleri sürekli abartmamıza ve fırsatların elimizden kayıp gitmesine neden oluyor. Bu da umutsuzluk, atalet ve dolayısıyla geleceksizliğe yol açıyor. Her şeyin daha da kötüye gideceğine dair sarsılmaz bir inanca sahipseniz, emin olun yapıp yapacağınız tek şey, olayların akışına seyirci kalmak oluyor.

Türkiye’de yalnız pozitif ve gerçekçi bir yaklaşım işlerin rayına oturmasını sağlayabilir.

Daha önce defalarca yaptık. Yine başarabiliriz. Ve belki de bu sefer kalıcı olarak.

20 Ağustos 2021 Cuma