Hakan  GÜLDAĞ

Hakan GÜLDAĞ

Diğer Yazıları

Hakan Güldağ

Microsoft CEO’su Satya Nadella, geçenlerde korona salgınının etkilerinden bahsederken, “İki yılda olması beklenen iki ayda gerçekleşti, dijital dönüşüm birden hızlandı” diyordu.

Eh, rakamlara baktığınızda haksız da değil. ABD’de çalışanların yüzde 42’si bu dönemde uzaktan çalışmaya başlamış. Türkiye’de önde gelen iş dünyası örgütlerinin mayıs ve haziran ayında yaptırdıkları anketler de, yüzde 41 civarında şirketin evden çalışmaya yöneldiğini gösteriyor.

Hayatın ve ekonominin tekrar açıldığı şu sıralarda rakamlar da, oranlar da değişmiştir elbette. Araştırmalar Covid-19 sonrasına geçişin reel sektörde 18 ila 24 ay süreceğini söylüyor. Eğer böyleyse, bu iş 2022 sonuna kadar şöyle ya da böyle devam edecek demektir. Dolayısıyla halen işyerinde yaptığımız işlerin bir kısmının değişmesini ve hızla dijitalleşmesini beklemek gerekiyor.

Bu Eko-Mercek’te üzerinde durmak istediğim konu da bu...

İçerisinde bulunduğumuz süreçte insan emeği pahalılaşacak. Kastettiğim tek başına ‘ücret’ değil. Aksine, enflasyondan arındırılmış reel verilere bakınca asgari ücretin pek artmadığı ortada. Vurgulamak istediğim maliyetlerdeki artış. Öyle ya, pandemi döneminde sosyal mesafe tedbirlerini gereği gibi uygulamak durumundayız. Bu, 40 kişilik servis otobüsüne artık 15, bilemediniz 20 kişinin binmesi demek. 400 kişilik üretim bandında 200 kişinin çalışması demek. Maliyetler ister istemez artacak.

İnsan emeğinin pahalılaştığı bu dönemde, hemen her ülke pandeminin ekonomiye verdiği hasarı hafifletmek için ‘genişleyici para politikası’ uyguluyor. İşte son olarak Avrupa Birliği, ‘cimri’ üyelerinin itirazlarına rağmen, 750 milyar Euro’luk yeni bir ‘toparlanma’ paketini devreye aldı. ABD’de 1 trilyon dolarlık yeni bir paket devreye giriyor.

Belki üzerine pek düşünmüyoruz ama bu eğilimin ekonominin ve hayatın dijitalleşmesine çok önemli bir katkısı var aslına bakarsanız… Tam da bu dönemde, deyim yerindeyse piyasayı likiditeye boğmak, açıkça sermaye maliyetini ucuzlatmaktır. Bu da zaten yaşadığımız dönem gereği herkesin dikkati o yöne çevrilmişken, dijitalleşmenin hız kazanması demek. Yani insan emeğinin maliyetinin arttığı bir dönemde işyerlerinde dijitalleşmeyi teşvik etmek, desteklemek demek.

Evet, bu bir yandan iyi haber. Ancak bir yandan da işsizliği artıracak ciddi bir gelişme ile karşı karşıyayız. Doğruya doğru, bugünkü dijitalleşme furyasından çıkacak büyüme daha az istihdam dostu olur.

İş hayatının dinamikleri ile kavga edecek halimiz yok. Dünya poturunu çıkarıyorsa çıkaracaktır. Firmalar azalan verime karşı iş planı değişikliklerine gidecekler. Ne dijital dönüşümden, ne de örneğin şirketlerin verimliliklerini artırmak için uzaktan çalışmayı desteklemelerinden vazgeçmek kolay değil. Bu dönüşüm kaçınılmaz. Kaçınılmaz olduğu gibi gerekli de... Ancak kabul edelim ki, bu gelişme pek istihdam dostu olmayacak.

***

Peki o zaman ne yapmalı?

Bence cevap net:

Yine girişimcilikten ve onunla bütünleşmiş bir yenilikçilikten başka çıkış yok.

Madem koronavirüs ile birlikte yaşamayı öğrenmeye çalışıyoruz, şimdi virüsle birlikte yaşama sürecine alışmamıza katkı sağlayacak ürünler üretmenin ve satmanın tam zamanı. Öyle ki, herkes ürününüzü almaya kendini zorunlu hissetmeli. Kolaylıkla vazgeçilebilecek ürünler yapıyor ya da satıyorsanız, işiniz zor.

Yanlış anlaşılmasın! Haydi hepimiz maske üretelim, solunum cihazı üretelim demiyorum.

Aksine hangi işte olursanız olun. Tekstil, gıda ya da başka bir sektör… Hangi sektördeyseniz o sektörde herkesin ihtiyaç duyacağı yeni bir ürün çıkartacaksınız. Toptancı ya da perakendeciyseniz adeta ‘zorunlu’ hale gelmiş o ürünleri satacaksınız.

Hayal mi? Hayır değil… Türkiye’nin üretim imkanları geniş ve çeşitli... Pek çok sektörde üretim yapabiliyoruz. Bugün bulunduğumuz geniş coğrafyada, Balkanlar’dan Ortadoğu’ya bölgemizden ihraç edilen sanayi ürünlerinin üçte birini tek başına Türkiye üretiyor ve satıyor. Sadece tekstil ve gıda değil, pek çok sektörde köklü bir üretim ve ihracat geleneği olan bir ülke bunu yapamıyorsa oturup başka şeyler düşünmemiz lazım. Yapabiliriz.

Hiçbir sektörümüzden vazgeçmemiz gerekmiyor. Vazgeçmek yerine, yeni sanayi devriminin ortaya çıkardığı yeni teknolojileri, içinde bulunduğumuz sektörlerle buluşturmak gerekiyor.

Parasal genişleme dahil, ortam bunun için uygun. Bugün, hiçbir sektörü terk etmemiz değil, o sektörlere yeni teknolojilerle çağ atlatmamız gerekiyor. Gün hiç vakit kaybetmeden, ürettiğimiz ve sattığımız ürünleri, kısacası kendimizi tüketici için ‘zorunlu’ hale getirme günü. Gün, artık yeni bir iş planı tasarlama günü...

HANGİ ŞİRKETTEN YENİLİK ÇIKMAZ?

Eskilerin tabiriyle, zurnanın ‘zırt’ dediği bir yer var.

Çünkü iş yeni ürün üretmeye, yeni plan yapmaya gelince, çatallaşıyor.

Eğri oturalım, doğru konuşalım. Hangi şirkette bu konular üzerine toplantı düzenlendiğinde bol bol ‘değişim edebiyatı’ yapılmaz. Gelgelelim söz ‘yeni düşünceler ve çözüm önerileri‘ kısmına gelince de çoğunluk sus pus olur. Çünkü ne girişimciliğin bir okulu var, ne de yenilikçiliğin bir sihirli formülü...

Uzmanlar, böyle dönemlerde ‘kutunun dışında’ düşünmeyi öneriyor. Çünkü, ‘kutunun içinde’ kalanlar, dünyaya ve topluma yeni bir gözle bakamayanlar, değişimi fark edemedikleri gibi yeni bir düşünce veya çözüm de geliştiremiyor. Eğer bazı tutum ve davranışlar konusunda gerekli önlemler almıyorsanız, şirketinizin yenilikçi olması çok zor. İşte uzmanlara göre bunlardan bazıları:
Sistem eksikliği: Yenilik önerilerini değerlendiren bir süreç ve sistem yoksa insanlar, ‘Nasıl olsa bir işe yaramayacak’ diye düşünüp zihnindeki çözümü açıklamaz. Bu tür işyerlerinde üstü toz tutmuş öneri kutuları çoğunlukla içi boş kalır.

Donanımsızlık: Dersini iyi çalışmadan ortaya düşünce atanların önerdikleri çözümler gerçekçilik sınavını geçemez.

Konformizm: Bir anlamda ‘uymacılık’ diye Türkçeleştirebileceğimiz bu tutumun egemen olduğu işyerlerinde yeni fikirler filizlenemez. Bu tür işyerlerinde kurulu düzenin, kazanılmış hakların ve alışkanlıkların diktatörlüğüne karşı çıkanlar baskı altına alınır.

Tek düşünce riski: Yenilik için tek bir düşüncenin ve çözümün peşine düşmek, verilen emeklerin boşa gitme riskini artırır. Alternatif çözüm yolları geliştirildiğinde ise en iyiyi bulmak kolaylaşır.

Düşünce yorgunluğu: Toplantılarda yeni çözümler için beyinlerin aşırı zorlanması genellikle bir işe yaramaz.

İşe yarayan çözümler, bilinçaltı devreye girdiğinde ve içsel denetimin frenleri serbest bırakıldığında gün ışığına çıkar.

Küçümseme: Çoğunlukla anlamadığımız düşünceleri küçümsüyoruz. Fakat bilmemiz lazım ki, ortaya atılan fikirlere dudak bükme ve burun kıvırma, yaratıcılığın düşmanı. Yaratıcılığı amaçlayan ve hedefleyen toplantılarda her görüşe ve fikre hoşgörüyle yaklaşmak şart.

Eleştiri korkusu: Yöneticilerdeki küçümseme eğilimi, çalışanlarda özgüven eksikliğine yol açar. Yanlış anlaşılma endişesi nedeniyle şirket yönetiminin özellikle orta ve alt kademedeki elemanları kendi kendilerine sansür uygular. Bazıları da önerdikleri çözüm kabul edildiğinde, “O zaman bu işi sen yap” denilmesini istemedikleri için susar.

Peşin hükümler: Yeni düşünceleri değerlendirirken, düşünce sahiplerinin makamlarına ve yaşlarına bakılması yanlış olur. Umutları, hayalleri, becerileri ve özlemleri olan her kişi potansiyel de olsa bir yaratıcılığa sahiptir.

BAŞARISIZLIKTAN BAŞARIYI ÖĞRENEN BAŞKAN

ABD’nin 16 kez başkanlık seçimine katılmış ama yılmayıp 17’ncisinde başkan seçilmiş olan Abraham Lincoln bir sözünde, “Eğer bir ağaç keseceksem ve bunun için bir saatim varsa, 45 dakika baltamı bilerim” diyor. Yenilikçilik yaklaşımı zaman alan, ayrıca duygu yoğunluğu, hayal gücü ve sezgi gerektiren bir süreç.

Evet, kolay değil ama şurası da bir gerçek ki, bugünün ve yarının sorunlarını, sadece dünün düşünceleriyle çözülmesi de mümkün değil. Yeni düşüncelere ihtiyacımız var.

Yeni düşüncelerin peşine düşecekseniz aklınızda bulunsun: Sıkı kurallar yaratıcılığı dar bir alana sıkıştırıyor. Bundan kurtulmak lazım.
Benden söylemesi...

Hepimize yeni ürünler filizlendirecek yeni düşünceler diliyorum.

24 Temmuz 2020 Cuma