tatil-sepeti

DR. İLHAMİ FINDIKÇI


ifindikci@degerdanismanlik.com.tr

 

Yüksek başarı güdüsü sizi iki yere götürebilir. ‘Ben’inize yahut ‘öteki’ne. ‘Ben’inize yani egonuza odaklanan başarma isteği, sonuç olarak egonuzun şişmesine, enaniyete, yüksek bir kibir alışkanlığına götürür. Bu, insani bir hastalıktır. Buradan kurtuluş zordur. 

 

Etrafınızdaki kalabalığa rağmen yalnız, gürültünün içinde sessiz kalırsınız. Başarı güdünüz ‘ben’inize değil de ‘öteki’lere hizmete odaklanmışsa siz tipik bir ‘hizmetkâr lider’siniz. En büyük savaşı kazandığınız için yolunuz açık. Bu yolculuk size insani derinlikte mesafe kazandırır.

 

Başarılı aileler ve aile şirketleri üyelerinin çok önemli bir özellikleri birbirlerine üstünlük, ayrıca­lık, geçiş üstünlüğü göstermemesidir. 

 

Birbirlerine bir katma değer üretmenin adeta yarışında olmaları, onları amaçta birliğe götürür. Mesela siz; annenizin, babanızın, eşinizin, çocuklarınızın, kardeşlerinizin hizmetinde misiniz? Onlar için ne yapıyorsunuz? Para pul ile sınırlı kalmayın. Onların insani derinliklerine, gönül hanelerine katkınız nedir? Onların kişiliklerinin inşasındaki harcınız nedir? Onları gönüllerinden yakalayabilirseniz, günlük işlerinde, davranışlarında etkili olabilirsiniz. Şeyh Edebali’nin batı literatüründe de çok önemli yer tutan sözlerinden biri şudur: “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın.” Sizin devletiniz aile şirketiniz olduğuna göre, bu sözde küçük bir değişiklik yapabiliriz: “Aile üyelerinizi yaşatın ki, aileniz ve şirketiniz yaşasın.“ 

 

Bakın 4. kuşakta bir aile şirketi var. Sadece kendi ailesi, mahallesi ve ilindeki değil, Afrika’daki fakirleri dert edinmiş bir aile. İlginç olduğu kadar aile şirketlerinin neden kuşaklar boyunca ayakta kaldıklarının da canlı bir kanıtı gibi bu örnek. Sadece bir aile şirketinin tepe yöneticisi olarak değil, bir insan ve lider profili olarak çok etkilendiğimiz iş adamının sözlerine kulak verelim ve acaba kendisinden neler öğrenebiliriz heyecanı içinde olalım isterim. 

 

‘ALTINCI ORTAĞIMIZ FAKİRLER’

 

İş adamımız, 4. kuşak temsilcisi bir aile şirketinin yönetim kurulu başkanı ve takvim olarak en yaşlısı. Takvim diyoruz; çünkü beş ortak kardeş, yeğenler ve üst profesyonel yöneticiler içinde aslında en hareketli olanı, en çalışkanı konumunda.

 

Özel sohbetimiz sırasında dört kuşak önce ilk girişimin, dedesinin babası tarafından gerçekleştirildiğini, ailenin kimi değerlerini ve prensiplerini ısrarla bugünlere kadar sürdürdüklerini belirtti. Ve şöyle devam etti:  “… Şimdi Hocam, kaç ortaklısınız diyorsunuz. Bu bana çok soruluyor. Hep şöyle diyorum; ‘Yatırımda 5 ortağız. Ama paylaşmada 6 ortağız. Şimdi bu nasıl oluyor diyeceksiniz. Bizim ailemizin ve şirketimizin en önemli özelliklerinden biri, fakir ve fukarayı ortak edinmemizdir… Rahmetli dedemi hatırlıyorum. Soframızda hep birileri olurdu. Elinde avucunda olmayanlar, fakirler, malını kaybetmiş olanlar, aniden borçlananlar hep soluğu dedemde alırdı. O da babasından böyle görmüştü. Gelelim 6. ortak meselesine. Gerçekten de 5 ortağız. Bu ortaklık resmi kağıt üzerinde ve yatırım yaparken yani para harcarken geçerli. Ama yıl sonunda kâr payı dağıtımını yaparken 6. ortak olarak fakir, fukara için de bir pay ayırıyoruz. Tabii şirketimiz ve bağlı kuruluşlar çok geniş. Dolayısıyla ciddi bir rakamı bu tür yardıma ayırıyoruz ve vakıf üzerinden dağıtıyoruz.”

 

Bakınız dört kuşaktır ayakta kalmış ve hızla büyüyen bu uluslararası şirketler grubunun aile değerleri, kuralları ve geleneği oluşturmuş ve yerleşmiş. Niyazi Mısri’nin dediği gibi (İrfan Sofraları) “Düşmanların okları ne kadar keskin olursa olsun, kemal sahibi kişi, iç dünyasının zenginliğiyle, ihtiyatıyla, inancıyla ve ahlakıyla kendini korur.” Aile şirketinin ve sahiplerinin oturmuş bir ihtiyat, inanç, ahlak anlayışları var ise işin kendisi kadar bu tür değerleri de yerleştirmiş iseler kalıcı olacaklar. 

 

Tabii ki, sözlü geleneğe dayalı bu temel prensiplerin yazılı hale gelmesinin faydaları olacak.

 

Ne mutlu bulundukları ailede, iş yerinde ve toplumda insani değerleri mayalayanlara, benliği aşıp eğilebilenlere, teslim olanlara, Güzel’e kurban olabilenlere ne mutlu.

09 Ekim 2023 Pazartesi

DOÇ. DR. ADNAN ERTEMEL

Dijital dünyanın bir sonraki büyük sıçraması, kendi kendine öğrenen yapay zeka ajanlarının devreye girmesiyle gerçekleşiyor. Bu ajanlar, klasik yapay zeka uygulamalarının aksine, insan müdahalesine gerek duymadan gelişebiliyor. Yani, insanın beslediği verilerle değil, otonom olarak öğrenme ve evrim geçirme kabiliyetine sahipler. Bu değişim, teknoloji, sağlık, finans gibi birçok sektörde büyük bir devrim yaratma potansiyeline sahip.

 

Kendi kendine öğrenen yapay zeka nasıl çalışır?

 

Bu ajanların en önemli özelliği, beyin yapısına benzer şekilde öğrenebilmesi. Sinir ağları ve derin öğrenme algoritmaları, deneyimlerden ders çıkarma yetisi kazandırıyor. Ayrıca, takviye öğrenme adı verilen bir süreçle, ajanlar deneme-yanılma yöntemiyle performanslarını sürekli iyileştiriyor. Evrimsel algoritmalar da ajanların doğal seleksiyon gibi en verimli stratejileri zamanla seçmesine olanak tanıyor.

 

OTONOM YAPAY ZEKA İLE İNSAN İŞBİRLİĞİ

 

Bu yeni yapay zeka nesli, yalnızca görevleri yerine getirmekle kalmıyor; aynı zamanda insanlarla birlikte çalışarak, yeni çevrelere ve zorluklara uyum sağlayabiliyor. Bu ajanlar, veri analizi ve karar verme süreçlerinde insan girdisine daha az ihtiyaç duyarak işletmelere zaman ve kaynak tasarrufu sağlıyor.

 

Bu teknoloji sayesinde müşteri hizmetlerinde kullanılan chatbotlar da etkileşimler yoluyla kendilerini geliştirerek daha etkili ve verimli hale getirecek. Ayrıca, akıllı şehirler ve enerji yönetimi gibi alanlarda gerçek zamanlı veri analizlerine dayalı iyileştirmeler yapmaları mümkün hale geliyor.

 

Kendi kendine öğrenen yapay zeka ajanları sayesinde müzik, sanat ve edebiyat gibi yaratıcı alanlarda izleyici geri bildirimlerine göre evrilen eserler üretebilecek. Kişisel asistanlar ise kullanıcılarının tercihlerini öğrenerek, onları bir adım önceden tahmin edebilecek. Bu teknolojilerin bağımsız gelişme yetenekleri, sorumluluk ve etikle ilgili birçok soruyu da beraberinde getiriyor. Otonom yapay zekanın yanlış kararları kimin sorumluluğunda olacak? Yapay zekanın edindiği önyargılar nasıl kontrol edilecek? Ayrıca, bu ajanların iş dünyasında insanları yerinden etme potansiyeli nasıl yönetilmeli?

 

Kendi kendine öğrenen yapay zeka ajanlarının insan zekasını belirli alanlarda aşma potansiyeli oldukça heyecan verici. Ancak, bu gelişimin insan değerleri ve toplumsal hedeflerle uyumlu ilerlemesi için denetim mekanizmalarının kurulması gerekiyor. Yapay zeka, her ne kadar bağımsız bir gelişim gösterebilse de geleceğin insan ve yapay zeka işbirliğinde şekilleneceği açık.

 

Bu yeni yapay zeka çağı, teknolojinin sınırlarını yeniden belirlerken, insan yaratıcılığı ile yapay zekanın hesaplama gücü arasındaki işbirliği, dijital dünyada büyük dönüşümlere neden olacak.


adnan.ertemel@gmail.com

21 Ekim 2024 Pazartesi

PROF. DR. AHMET EMRE BİLGİLİ

Bilindiği üzere dünya genelinde kutlanan çok sayıda ‘gün’ bulunuyor. Bunların tümüne birden farkındalık günü diyoruz. 

 

Alenileştirilen niyet bu. Arka planı hakkında birçok şey söylenebilir elbette. Bunların en yaygın ve anlamlı olanı ‘Öğretmenler Günü’nden en anlamsızlardan biri olan ‘Dünya Pizza Günü’ne kadar yılın tüm günlerinin doldurulduğu bir ortamdayız. Buna muhalif olarak ‘Dünya Lahmacun Günü’ önerisi getirecek değiliz. Genel olarak; doktorlar günü gibi meslek günü, dünya barış günü gibi küresel günler, Noel gibi dini günler, Anzak Günü gibi tarihi anı günleri, Çocuk Hakları Günü gibi özel ilgi alanları ve Dünya Kanser Günü gibi sağlık günleri türünden farklı kategorileri bulunuyor. 

 

Dünyada bu alanda bir salgın aldı başını gidiyor. Farkındalık oluşturmadan öte iktisadi boyutu öne çıktığı için de ticari kuruluşlar bu durumu tetikleyip duruyor. Yani aslında işin suyu çıkmış durumda. Hakikaten 365 gün içinde boşu kalmadı, yeni bir gün icat edecek olsanız biriyle mutlaka çakışacaksınız. İyi niyetle yola çıkan ve hakikaten farkındalık oluşturmayı hedefleyenler de ticari yanının gücü karşısında pes etmiş durumda. Dünya Gülümseme Günü türünden iktisadi yanı olmayan birkaç masum günün dışında tümü bu çemberin içinde olmaya mahkûm maalesef.

 

*           *           *

 

Bu gidişatın psikolojik ve sosyolojik boyutunu, bunun oluşturduğu tehlikeleri kimsenin düşündüğü ve tedbir geliştirdiği yok. Herkes ticari boyutunun kurbanı olmuş durumda, zira sektörler çalışıyor. Her güne özel bir anlam yüklenmesi, bireyde oluşturduğu duygusal yük ve özellikle sosyal medya üzerinden sürekli bir şeyleri kutlamak, hatırlamak veya farkındalık oluşturmak zorunda kalmak, stres, tükenmişlik ve baskı hislerine yol açıyor. Başka bir taraftan özel günlerin fazla olması, bu günlerin değerini yitirmesine sebep oluyor. Çok fazla gün olduğunda, insanlar hangi günün gerçekten önemli olduğuna odaklanmakta zorlanıyorlar. 

 

Bu da insanların bu günlere karşı duyarsızlaşmasına neden oluyor. Bazı özel günler ise iyice ticari hale geldiğinden (Sevgililer Günü, Babalar Günü gibi) özellikle maddi açıdan zorluklar yaşayanlar için kaygı ve stres biriktiriyor.

 

Batı kökenli günler ise küreselleşmenin artışı ile farklı kültürlere yayılarak bu toplumların yerel değerleri üzerinde baskın hale geliyor, kendi normlarını ve değerlerini daha zayıf topluluklara dayatarak küresel düzeyde hegemonya kuruyorlar. Bu da istenmedik bir durum olan kültürel çeşitliliğin azalmasıyla neticeleniyor.

 

*           *           *

 

Diğer husus ise sosyal medya platformlarının, günlerin kutlanmasını neredeyse zorunlu hale getirmesidir. Ritüeller, bir toplumun kolektif bilincini pekiştiren önemli unsurlar olsa da aşırı tekrarlandıklarında veya ticarileştiklerinde bu anlamı kaybetme riskini taşıyor. Böylece bu tür günler sıradanlaşarak sembolik anlamlarını bir ölçüde yitirmiyor. Sosyolojik açıdan ise yılın her gününün bir özel günle dolu olması, bireyler ve toplumlar arasındaki ilişkileri, tüketim alışkanlıklarını, kimlik ve aidiyet duygularını, hatta toplumsal normları ve kültürel dinamikleri doğrudan etkiliyor. 

 

Peki, negatifliğin daha çok olduğu bu durumda birey ve toplum olarak makuliyeti nasıl sağlarız? Bu işin tehlikelerinden nasıl korunuruz? Bu soruların kısa cevabı; kendimiz için en anlamlı ve değerli olan günleri tercih ederek bu günlere odaklanabilir, her günü kutlamak zorunda hissetmek yerine, gerçekten önemli bulduğumuz günlere katılım gösterme yolunu seçebiliriz. Bu doğrultuda tüketime dayalı kutlamalardan kaçınarak manevi, kişisel ve sade kutlamalara yönelmek gibi makul olanı tercih edebiliriz. Bir başka boyut ise küreselleşmenin etkisiyle özellikle Batı kaynaklı günlerin dünyanın her yerinde yaygınlaşması, yerel kültürlerin erozyona uğramasına sebep oluyor ve kültürel çeşitliliğe saygı duymak, yerel günleri ve ritüelleri korumak, kültürel mirasın devamlılığı açısından önemli tehdit oluşturuyor.

 

Şairin söylediği gibi yolun sonu görünmüyor. Bizde bir gün icat edelim mantığıyla karmaşa ve anlamsızlık iyice artıyor. Bu durum bireyin ve toplumun mücadele gücünü ise aşıyor, ticari döngünün esiri olup çıkıyoruz. Makuliyeti yakalamaktan başka çare de yok. 

21 Ekim 2024 Pazartesi