21. Yüzyıl, inovasyonun, yüksek katma değerin, dijital çağın ve 4. Sanayi Devrimi’nin konuşulduğu bir yüzyıl. Peki, küresel rekabetin bu boyutlarda olduğu, Türkiye’nin dünyanın 17. büyük ekonomisinden 10’unculuğa soyunduğu bir ortamda, gerçekten 1980-1982 koşullarında yazılmış ve kamunun, devletin ön planda tutulduğu, girişimciliğin göz ardı edildiği, sadece devletin vatandaşın kendine olan yükümlülüklerini tanımladığı bir Anayasa ile Türkiye küresel rekabetle baş edebilir mi? Dünya ekonomi-politiği çok zor, çok ağır bir sürece giriyor. Parlamenter Sistem’in işleyiş mekanizması, olağanüstü ağır karar alma süreci, Türkiye’nin ekonomi-politik fay hatlarında bu derece yoğun bir enerjinin sıkıştığı bir uluslararası konjonktürde, bize etkin bir manevra alanı bırakmıyor.
Türkiye’nin son 13 yılda yaşadığı büyük ekonomik dönüşümü o kadar kanıksamış, o kadar içselleştirmiş durumdayız ki, 1980’li yılların Türkiye ekonomisini neredeyse hiç hatırlamıyoruz. 1980 askeri müdahalesinden sonra, 1981 ve 1982’nin kendine özgü politik koşulları içerisinde, Milli Güvenlik Konseyi ve oluşturulan Danışma Meclisi ile demokrasinin askıya alındığı bir ortamda, Türk iş dünyasına hiç bir şey sorulmadı. Çünkü, Türkiye ekonomisinin zaten yüzde 65’ine kamu hakimdi. Özel sektör de ağırlıklı olarak kamu ile iş yaparak para kazanıyordu. Türkiye’nin ihracatı 3 milyar doları zor bulmaktaydı. Bu nedenle, girişimciliği özendirecek, özel sektörün önünü açacak bir Anayasa yapmak kimsenin aklına gelmemişti.
TÜRKİYE İÇİN GEREKLİ
Oysa, bugün Türkiye Ekonomisi 700- 800 milyar dolarlık bir milli gelir üretmekte. Çok şükür ki 2 trilyon lirayı aşan katma değerinin yüzde 75’ini özel sektör üretiyor. Yetmiyor, bir zamanlar 3 milyar dolar zar zor ihracat yapan özel sektörü, bugün 130-160 milyar dolar ihracat gerçekleştirmekte. Esas, Türk iş dünyasının en az 10 yıldır “Ben artık 82 Anayasası’na sığamıyorum. Bana, girişimciliğin önünü açacak, özel sektörü, milyonlarca insanımıza istihdam sağlayan özel sektöre şefkatli davranacak bir yeni Anayasa lazım” demeliydi.
Başkanlık sistemi, bu yönüyle, Türkiye’de siyaset yapma tekniklerine ve karar alma sürecine tarihi bir değişim kazandırması ile karar alma süreçlerine ciddi ölçüde hız kazandırması ile de anlam taşıyacak. Bu nedenle, bürokrasinin atama, yükselme kriterlerinde, performans kriterlerinin kesinlikle öne çıkması ve yeni Anayasa’nın çok net tanımlara sahip olması gerekiyor. 82 Anayasası’nın en riskli yönü, aşırı geniş, her yere çekilebilecek ifadeler, tanımlarla, bürokrasinin süreci istediği noktaya çekebilmesi. Bu nedenle, yeni Anayasa’nın tanımlara, kavramlara esneklik değil, uygulamaya esneklik getirmesi gerekmekte.
KAPASİTE KULLANIM ORANI UMUT VERİYOR
TCMB’nin her ay düzenli olarak açıkladığı imalat sanayindeki kapasite kullanım oranı ve reel kesim güven endeksi verileri, 4. çeyrek için daha umutlu olmamız konusunda ipuçları verdi. Öncelikle mevsim etkisinden arındırılmamış olan imalat sanayi kapasite kullanım oranı, 2015 yılı eylül ayında yüzde 75.9 iken, 2016 eylül ayında yüzde 76.6 çıktı. Ekim ayında ise, bir önceki yıl kapasite kullanım oranı yüzde 75.5 iken, 2016’nın aynı ayında yüzde 76.4 olduğunu görüyoruz. Yani, 2015 yılının aynı aylarına göre, kapasite kullanım oranı verileri daha yüksek bir performansa işaret ediyor.
Mevsim etkisinden arındırılmış verilere baktığımızda da, geçen yılın ekim ayında 74.4 olan kapasite kullanım oranının, 2016 yılının aynı ayında yüzde 75 olduğunu görüyoruz. Kasım ve aralık ayında da benzer bir performans ile kapasite kullanım oranları geçen yıla göre yüksek seyretmeyi sürdürür ise, yılın son çeyreğine yönelik büyüme performansı konusunda umutlarımız artabilir. İmalat sanayinin tümünde kapasite kullanımının eylülde bir önceki aya göre 1.4 puan artışla yüzde 76.6’yı yakalamış olması, son 5 yılın zirvesi anlamına da geliyor. Ekim ayındaki yüzde 76.4, zirveye yakın bir diğer kapasite kullanım oranı değeri.
31 Ekim 2016 Pazartesi